Lütfen bir soru sormama izin verebilir misiniz? Türkiye Cumhuriyeti ile Yunanistan arasındaki -ağızlara pelesenk olduğu için söylüyorum-istikşafi görüşmelerin 61’incisinin bugün (25 Ocak 2021 tarihinde) başkent Ankara’da değil de İstanbul'da yapılması sizce ne anlama gelmektedir? Kuşkusuz sizler de bu soruyu kendi kendinize sormuşsunuzdur? Ankara dururken, neden İstanbul? Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun ciddi açıklamalarının ardından Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Alexandros Papaioannou’nun “Türkiye'den henüz bir davet almadıklarını” şeklindeki yılışık tavırlarını sürdürmesi sonrası Yunanistan Dışişleri Bakanlığı internet sitesine de “İstikşafi görüşmelerin 61'inci turu 25 Ocak 2021'de İstanbul'da gerçekleştirilecek” açıklamasının konduğunu gördüğümde şaşırmadım desem yeridir.
Şimdi çıplak gözle, gözlerinizi kırpıştırmadan ve de dümdüz Aristo mantığıyla bu olaya bakalım mı? Efendim, şimdi durup düşünelim, muhatabınız Atina, Yunanistan’ın başkenti. Bu durumda, hiçbir şey söylemeseniz de görüşmenin yapılacağı yerin Ankara olması gerekmez miydi? Daha net soralım. Soru şu: Türkiye ve Yunanistan arasındaki istikşafî görüşmesinin yapıldığı yer, ödün sistematiği açısından önemli de bu nedenle sorumu tekrarlıyorum. Belki de diyorsunuzdur, ‘fazla kurcalama’ diye. Burada görüşmelere hazırlıklı olmanın ötesinde, masaya otururken, etken ve etkin olmak önemli de ondan. Söz konusu Yunanistan olduğuna göre, pasiflik, edilgenlik hiç ortak aklın algılayabileceği bir şey değildir. Akla bile getirmemek gerekir. O halde, bir vatandaş olarak dört küçük sözcük ile soruyorum. Neden Ankara’da değil de İstanbul? Bu sorudan daha da önemlisi, istikşafî görüşmelerin başkent Ankara’da değil de İstanbul'da yapılmasını kim, neden istemiş ve Ankara da neden ve nasıl onay vermiştir?
Biraz derinlemesine düşünüldüğünde acaba bu konuda ABD ve AB zemininde yine Yunanistan’a ve GKRK’ne ödün verilmesi mi hedeflenmektedir? Böylesine bir soru akla gelmektedir. Bana dönüp ‘yok canım takma kafana’ diyebilir misiniz? Peki şimdi sorgulamak lazım değil mi, bu durumda nasıl bir sistematik kurgulanmaktadır? Bu bir kuşkucu yaklaşım değildir. Kuruluşundan bu yana Pax Anglo ve Pax Amerikano’yu; AB’ye girişinden bu yana tüm Batı Avrupa ülkelerini kullanan Yunanistan’ın yine mi dediği olmaktadır? Soru zor, ama yanıt istikşafî? Bir arayış olduğu açık. Acaba biz mi yoklama çekiyoruz- o biraz zor- yoksa bize mi yoklama çekiliyor? Galiba bu daha akla yatkın. Yani? Yanisi şu biraz ketenpereye, tufaya geliyor muşuz gibime geliyor. İnşallah ben yanılmış olurum. Çünkü bütün dengeleri gözeterek makro seviyede meseleyi kurgulamak önemli. En azından sorunların daha fazla büyümemesi adına yürütülen görüşmelerde ön yargıları ve de kurgulamalardan vaz geçmek her şeyden çok önemlidir.
İsterseniz, bu konuda büyük resme bakalım mı? Ve de küçük detaylarla takılmadan ama satır aralarını iyi okuyarak olayın tamamını kavramaya çalışalım. Bu tür ihtilaflarda, çerçevenin dışına da bakılması gerektiğini unutmayalım. Bugün İstanbul’da yapılacak olan istikşafî görüşmesinin şu olayla ilişkisi var mıdır? Hep birlikte anımsayalım, Trump yönetiminin Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'nun 16 Kasım 2020 tarihinde Türkiye’ye daha doğrusu İstanbul’a ikinci gelişini. Koskoca ABD Dışişleri Bakanı Pompeo görev yaptığı süre içerisinde sadece iki kez gelmişti Türkiye’ye. İlginç olan ikinci gelişi. Pompeo ikinci gelişinde Ankara’yı by-pass ederek doğrudan İstanbul’a gelmesi ne anlama geldiğini irdeleyelim. Bunu şu nedenle söylüyorum, Hatırlayalım, Pompeo'nun Türkiye'ye gerçekleştirdiği ilk ziyaret, Barış Pınarı Harekatı'nın başlamasından hemen sonra plansız bir şekilde gerçekleşmiştir. Belki de Cumhuriyetçilerin akil adamları Trump’ı yanlış bir şeylerden alıkoyabilmek için Başkan Yardımcısı Pence’i doğrudan Türkiye’ye göndermişlerdi. Trump ‘Tweeter Diplomasi’sinde her bir şekilde Türkiye’yi açıktan açığa tehdit ediyor ve şöyle diyordu:
“Bu durumda üç seçeneğimiz var. Ya binlerce askerimizi göndermek ve askeri olarak kazanmak, Türkiye'yi finansal olarak yaptırımlarla sert vurmak ya da Türkler ve Kürtler arasında bir anlaşma sağlanması için arabulucu olmak!"(1)
Yani şunu söylemeye getiriyordu, Trump. Öncelikle söyleyelim, Trump, ABD derin devlet aklıyla konuşuyordu. Birincisi Türkiye’ye karşı Saddam’a yapıldığı şekilde ‘Çöl Fırtınası’ (Desert Storm) gibi bir askerî harekât icra etmek. İkincisi doğrudan CAATSA (ABD'nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası), üçüncüsü ise Suriye Demokratik Güçleri adıyla kamufle ettiği ‘Suriye PeKaKa’sı ile Türkiye Cumhuriyeti’ni aynı kefeye koyup karşı karşıya getirmek ve de bu görüşmelere kendisinin arabuluculuk etmesi. Türkler ve Kürtler ABD ‘nin ve İsrail’in çıkarlarını koruması için kurşun askerlerdi, ya ondan. Bu durumun vurdulu, kırdılı internet oyunlarından bir farkı yoktu. ‘ABD ve İsrail için ölünecek, öl.’
İnsan dönüp dönüp seçeneklere takılı kalıyor. Ortadoğu’daki seçeneklere bir bakar mısınız? ABD’nin düşmanı hiç başka söze gerek yok ‘Türkiye’. Hani Türkiye, stratejik ortak ve NATO’nun vaz geçilmez üyesiydi. Bu tavır nasıl bir tavırdır, biliyor musunuz? Ortaya konulan tavır, komutana ‘düşman olanak ve yeteneklerinin kabul ihtimal derecesi’ne göre hareket tarzları sunan genç bir kurmay subay tavrının sergilenmesidir. Tavır da, literatür de, terminoloji de askeridir. Bu durum açıktan açığa bir Pentagon tavrının Ankara görüntüsüdür. Dayatılmasıdır. Anımsayalım, gerçekten de ABD Başkan Yardımcısı Pence’in Ankara’daki siluetini. Öfkesini dışa vuran kırmızı bir surat, yüz mimikleri ve vücut dili, tipik Trump ve Pentagon göstergesidir.
Pence ile birlikte ilk ve son Ankara ziyaretinde Pompeo, Ankara için bürokratik ve bir figüratif olguydu. Pompeo Ankara'ya mecburen, mecburiyetten gelmişti. Doğrusu, ABD Başkan Yardımcısının Türkiye ziyareti Dışişleri Bakanlığının görev alanına girmiş olmasıydı. Pompeo kuşkusuz bu ziyaretten kaçamazdı. Dışişleri Bakanının bu ilk gelişinde ABD’nin atanmış değil, seçilmiş Başkan Yardımcısının yanında sanki konu mankeni gibi bulunmuştu. Ankara’ya tek gündem maddesiyle gelinmişti. Türkiye’yi Barış Pınarından vazgeçirmek, vazgeçirilmesine yatkın olmazsa aba altından sopa göstermek idi. Havuç-sopa diplomasisinin sadece ‘sopası’ vardı ellerinde. Ama Ankara seçilmiş Başkan Yardımcısını dolayısıyla Pentagon ve Trump’ı yumuşatmasını bilmişti, ödün vermeden.
Gelelim ikinci ziyarete. Türkiye-Yunanistan arasında 25 Ocak 2021 tarihinde yani bugün İstanbul’da 61’inci İstikşafî Görüşmesinin bu ziyaretle olan ilintisine. ABD Dışişleri Bakanı 13-23 Kasım 2020 tarihleri arasında on gün süren ve de yedi ülkeyi kapsayan bir anlamda veda turu içerisinde olmuştu. Böyle bir ziyaretin normali nedir? Mevkidaş ve muhataplarıyla bir araya gelmek değil mi? Garip bir şekilde olmamıştı. Veda turunun, altısı ülke başkentlerinde mevkidaş ve muhataplarıyla vedayı kapsarken, neden Paris’ten sonra İstanbul tercih edilmişti? İkinci önemli nokta Pompeo'nun, Türkiye’ye resmî sıfatla gelmesi ve de Türkiye'de hiçbir hükümet yetkilisiyle görüşmemesiydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedi olan Lozan Barış Antlaşmasına göre, İstanbul'da Eyüp Kaymakamlığı bağlısı sözde Ekümenik (evrensel) Fener Rum Patriği Bartholomeos ile sadece dini konuları ya da başka konuları görüşeceğini medya ile paylaşmıştı, Pompeo. Neredeyse hemen her vesileyle Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda ve Ortadoğu’da mirasına sahip çıkan ABD, Fener Rum Patriği Bartholomos’u, RF hariç Batı dünyasında yaşayan Ortodoksların Ruhani lideri olarak kabul etmekte, İstanbul’u da bir nevi Vatikan’a özgü, Doğu Roma’nın başkenti olarak da görmektedir. Dünya Ortodokslarının Ruhani Lideri olarak saydıkları Fener Rum Patriğine ABD’ye gidiş gelişlerinde ABD Cumhurbaşkanlarına tahsis edilen Number-One uçağını tahsis edilmektedir. ABD bir şekilde toplantı yerini İstanbul’a almak suretiyle, hem Fener Rum Patriğini işin içerisine katmayı hem de görüşmeyi uluslararasılaştırmayı hedeflemiştir. Bu bir anlamda ABD’nin, Yunanistan ve Fener Rum Patrikhanesiyle birlikte üçlü bir dayanışmasıdır. Bunun arkasında bir örgütsel yaklaşım arz-ı endam etmektedir. Bu bir başka deyişle dünya kamuoyunu özellikle da Ortodoks dünyasını yanına alma girişimidir. Unutmayalım, bu bir şekilde ABD’nin değişmez devlet politikasıdır. Dün Osmanlı Devleti’ne uygulamıştır, şimdi de onun ardılı Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı uygulamaktadır.
Durum bu kadar açık olmasına karşın bir de Pompeo’nun masumane bir kişisel siyasî girişimi de olaylara enjekte edilmiş ve gündeme sokulmuştur. Efendim, Pompeo görevden ayrılmadan önce pragmatik bir yaklaşım sergilemeye çalışmış olabileceği masumane bir biçimde ortaya konulmuştur. Güya, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo resmi bir adaylık açıklaması yapmasa da Trump'ın seçimleri kaybetmesinin ardından gelecek Senato seçimlerine aday olmayı şiddetle arzu etmekte olduğu medyaya pompalanmıştır. 2022 seçimlerinde Senato için yarışacağı Kansas'taki Yunan ve evanjelist oylarının yanı sıra Ortodoks oyları da hedeflemekte olduğu için bu tür bir arayışa girdiği yayılmaya çalışılmıştır. Efendim, bir başka gerekçe de Pompeo İstanbul'dan sonraki durağı olan Tiflis'te Gürcistan Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı'ın yanı sıra Gürcistan Ortodoks Kilisesi Patriği ile de bir görüşme yapması bu tutuma örnek gösterilmiştir. ABD’de devleti ve devletin imkânlarını kendi kişisel menfaatleriniz için asla ve kat’a kullanamazsınız. ABD’de projesiz hiçbir şey yapılamaz. Planlama, programlama ve bütçeleme yapılmadan bu tür işlerin yapılabilmesi mümkün değildir. Söylenilenler ve de inanılması istenilen şeyler çocuk avutmak gibi bir şey.
Peki böyle bir şey varit olsa, ilginç değil mi? Durum bu kadar açık olduğuna göre Pompeo’nun Paris’ten ayrılmadan önce Fener Rum Patriği ve Ortodoks dünyası hakkında açıklama yapması gerekmez miydi? Ancak böyle olmamıştır. Pompeo yine de doğrudan Ankara’yı hedef almıştır. İstanbul ziyareti öncesi Fransız Le Figaro gazetesine konuşan ABD Dışişleri Bakanı, Elysée Sarayı'nda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuelle Macron ile görüşmesinde Türkiye'nin "oldukça agresif" dış politikasının gündeme geldiğini söylemesi olmuştur. Şimdi söylemek lazım değil mi, İstanbul’a resmî sıfatla geliyorsun, gelmeden önce de Ankara’yı saldırgan politikalar üretmekle suçluyorsun. Bu kadarla kalsa iyi, bir de üstüne üstlük, Pompeo Fransız Le Figaro gazetesine yaptığı açıklamasında, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı "bu tür bir tutumun halkın çıkarına olmadığına" ikna etmek için ABD ve AB'nin iş birliği içinde olması gerektiğini vurgulamıştır. Dağlık Karabağ krizinde Türkiye'nin Azerbaycan'ı desteklemesini buna örnek göstererek Türkiye'nin Suriye Milli Ordusunun mensuplarını gizlice bölgeye gönderdiğinin "bir gerçek" olduğunu söylemiştir. Eğer bu gerçek ise, II. Karabağ Zaferinden sonra neden bu konu delillendirilemedi. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu dememek için insan kendini zor tutuyor.
Macron ile Türkiye'nin Libya'daki tutumunu da ele aldıklarını ifade eden Pompeo, "Burada da Türkiye üçüncü ülkelerden askerleri gizlice devreye sokmuştur, Doğu Akdeniz de buna bir örnek, listeyi daha da uzatabilirim" demiştir. ABD Dışişleri Bakanı ABD'nin tutumunun, "bu çatışmaların uluslararasılaşmasının zararlı olduğu ve tüm taraflara zarar verdiği" şeklinde olduğunu belirtmiştir. Paris’ten İstanbul’a gelmeden Türkiye’ye açıkça meydan okuyan Pompeu açıkça hedefinin Ankara olduğuna özen göstermiştir. Hedef Ankara ve Ankara merkezli politikalar, ama ziyaret İstanbul’a yapılmaktadır. Pompeo'nun İstanbul ziyaretine Ankara'dan daha doğrusu dışişleri bürokrasisinden ilk tepki 10 Kasım 2020 tarihinde Dışişleri Sözcüsü Hami Aksoy tarafından yapılan açıklamayla gelmiştir. Dışişleri bürokrasisinin sözcüsü açıklamasında, “ABD’nin önce aynaya bakması ve kendi ülkesindeki ırkçılık, İslam düşmanlığı ve nefret suçları gibi insan hakları ihlallerine gereken hassasiyeti göstermesi daha doğru olacaktır.” Açıklama görüldüğü gibi ABD’nin ülkesindeki seçim öncesi polisiye önlemleriyle yapılan insan hakları ihlalleri üzerine odaklanmıştır. Ancak, doğrudan Pompeo’nun açıklamalarına karşı bir tepkime konulamamıştır.
Kuşkusuz bu durum turpun büyüğünün heybede olduğu yaklaşımını da dikte ettirmektedir. Türkiye bu durumdan bir fayda elde etmiş midir? En azından ABD derin devletinin Türkiye’ye olan düşmanca tavrı tüm açıklığıyla görülebilmiştir.
Açık seçik durum böyle olduğuna göre her şeyden önemlisi, Pompeo’nun gezisi kim tarafından, neden kabul edilmiştir? Sorusunu akla getirmektedir. Efendim, kuşkusuz bu gezinin baştan itibaren onaylanmasının muhatabı Dışişleri Bakanlığında Protokol Genel Müdürlüğüdür. Bu gezinin Ankara tarafından onaylanmış olması gerekir. Onaylandığına göre, acaba uluslararası ilişkiler disiplinin kurucu babaları arasında sayılan Prof. Dr. Hans Morgentau’nın realizm kuramı kapsamında bu alanın öznesi konumundaki ulus devlet bir şekilde sanki saf dışı mı edilmiştir? Bir şeylerin sanki kotarılmaya çalışılmış olabileceği düşünülmektedir. Hans Morgenthau, ‘Uluslararası Politika’(Politics Among Nations) çalışmasında siyasetin farklı değişmez doğa yasaları tarafından yönetildiğini ve devletlerin rasyonel ve nesnel olarak doğru kabul edilebilecek eylemleri bu yasalar çerçevesinde üretilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Doğru bir yaklaşımdır. Morgenthau’nun kuramının merkezinde ‘güç’ kavramı, uluslararası politikada en önemli hedef olarak ‘ulusal çıkarların tanımlanması’ bulunmaktadır. Morgentau’ya göre dış politikada sadece devlet adamlarının hangi güdülerle hareket ettiğine bakmak anlamsızdır. İstediğin yapılabilinmesi ‘ben yaptım oldu’ meydan okunmasının alana yansımasıdır ve o ulus-devletini güçlülüğüyle doğru orantılıdır. Yani, bireyler kendi başlarına “dünya yıkılsa da bırak adalet yerini bulsun”(Bu bir Roma ilkesidir.’fiat justitia pereat mundus’) diyebilirler ancak devletler, geleceklerinden sorumlu olduğu insanlar adına böyle bir söz söyleme hakkına sahip değillerdir. (2)
İkinci soru da şu? 1 Mart 2016 tarihine kadar yoklama çekilen bu görüşmelerden ne elde edilmiştir de 61’incisinin yapılmasına bu kadar bel bağlanmaktadır? Kardak krizi sonrasında, dönemin siyasi elitlerince başlatılan diyalog ilk kez 2002 yılında Dışişleri Müsteşarlar düzeyinde başlatılmıştı. Kesintiye uğramasından yaklaşık beş yıl sonra kamuoyuna bu kadar fazla umut pompalanması iç istikrar adına bir olumlu adımdır ama işte o kadar. Türk-Yunan ilişkilerinde öylesine derin siyasi sorunlar vardır ki, ilişkiler ihtilaf boyutunu çoktan aşmış, içinden çıkılamayacak sorunsala dönüşmüştür. Gerilimi azaltma yönünde kuşkusuz faydası olabilir ama bundan ve bundan sonra yapılacak görüşmelerden olumlu bir sonuç adına hiçbir şey çıkmayacağı ayan beyan ortadadır. İhtilaf konuları sorun ve sorunsala evrildikten sonra ‘dediğim dedik’ bir durum hasıl olduğu için gittikçe kutuplaşmayı ve keskinleşmeyi getirmiştir. Yunanistan’ın anlaşılmaz tutumu tüm dünyaya gösterilecekse, öncelikle iki ülke silahlı kuvvetleri arasında günümüzde yaşanılan tırmanma döneminden çıkılması gerekmektedir. Tırmanma ya da gerginlik durumundan çıkılması bir kriz yönetimidir. Diğer bir deyişle, tarafların iki ucundan germiş olduğu gerginlik lastiğini eşit miktarlarda bırakmaları hayatidir, elzemdir. Yani, gerginlik lastiğinin her iki tarafça eşit miktarlarda bırakılması esastır. Sadece bir taraf bırakmaya eğilimli ise karşı taraf başta ödün olmak üzere birçok şey elde edebilir. Önce bu yapılmalıdır. Ama Yunanistan buna alışık değildir. Yunanistan Türkiye’nin karşısına hep kendi ağababalarını çıkarmıştır.
Söylemem odur ki, Türkiye bir oldu bitti ile karşı karşıyadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politik hedefi her ne pahasına olursa olsun çerçevesini açık seçik çizmiş olduğu kendi egemenlik haklarına zarar verebilecek duruşların ortaya çıkmasını eğer çıkarsa bunları behemehâl engellemek olarak ortaya koymuştur. Bu bağlamda Mitçotakis yönetimi, daha önceki yönetimlerden aldığı geleneksel Yunan mirasıyla Türkiye’nin egemenlik alanlarında sürekli gerilimi tırmandırmaya ve Türkiye’yi tahrik etmeye yönelik genel tutumunu sürdürmeye çalışmaktadır. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, Yunanistan’ın bu tutumundan vaz geçmesi de mümkün görülmemektedir. Yunanistan bu tutum ve davranışına devam ettiği sürece, Türk-Yunan ilişkilerinde bırakın kalıcı bir barışın inşasını, başlanabilmesi bile olasılı görünmemektedir, sevgili okurlar.
Dipnotlar
(1) Donald J. Trump (@realDonaldTrump) October 10, 2019 ‘We have one of three choices: Send in thousands of troops and win Militarily, hit Turkey very hard Financially and with Sanctions, or mediate a deal between Turkey and the Kurds! ’
(2) Ömer Yurttaş, “Siyasal Gerçekçiliğin Altı İlkesi”, https://medium.com/t%C3%BCrkiye/siyasal-ger%C3%A7ek%C3%A7ili%C4%9Fin-alt%C4%B1-i%CC%87lkesi-1719994d3ab8/Erişim Tarihi 23.01.2021/