Sevgili okurlar, bugün 2022 yılının ilk haftasının ilk Pazartesi ve de iş günü, yani üretim günü. Teknoloji dışındaki alanlarda belki fikir üretimini düşünmeyenimiz olabilir. Hemen bunu yanıtlayalım. Eskiler fikir-düşünce üretimine “imal-i fikir”, fikir imali, görüş üretimi derlerdi. Ve bunu vatana, millete, işsize, güçsüze yararlı olabilecek fikirler için kullanırlardı. İmal-i fikir derken gözlerinin içi gülerdi. Biliyorsunuz, şu an dünyada en çok sıkıntısı çekilenlerin başında geliyor yeni bir fikir ortaya koyabilmek. Nedenini bilmiyorum ama, her şeye karşın, hemen ilk bakışta yeni bir yıl başladığından, bir önceki yılda çok yıprandığımızdan, en azından kendi adıma son derece pozitif, olumlu olduğumu hulus-i kalple söyleyebilirim. Sanki biraz hafifledik gibime geliyor, acep her bir şeyi 2021 yılında mı bıraktık? Acaba kasvetli yaşamı geride bırakıp kara deliğin öte tarafına mı geçtik? En azından bana öyle geliyor. Temennim, 2022 yılının covidsiz, mutantsız, varyantsız, omikronsuz, maskesiz, %100 oksijeni ciğerlerimize doldurduğumuz, sosyal dayanışmanın en yüksek seviyelerde olduğu, insanların geçim derdine düşmediği, sevginin, saygının ve millî şuurun egemen olduğu, itilmişlik ve kakılmışlığın yok edildiği ve insanlık onurunun en kıymetli değer olduğu yeni bir yıl olsun. Yitirdiklerimizin, kaybettiklerimizin anıları ve bize yaşama umudu verenlerin gücü ile güçlenelim. Bizden alınanları tekrardan geri alabilir ya da kazanabilir miyiz bilemiyorum, ama yaşama arzusunu çoğaltmak, sanki tek çare gibi. Yaşama umudu sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir direnme biçimi, bence. “Durdurun bu kasvetli dünyayı inecek var” diyen ne kadar çok insan var etrafımızda. Biraz nostalji olacak ama yaşamaya çalıştığımız bu yerküre artık bizim dünyamız değil, öncelikle sunduğu imkanların pek de kıymetini bilememişiz. Tekrardan o dünyaya geri dönmeye başlasak, ne iyi olurdu. Tabii ki bu bir temenni. Bakıyorum, yeni yıl kutlamalarının “hit şarkısı” ‘Ayten Alpman’ın “memleketim” ile bayağı coşuyoruz ama bir şeylere dikkat ediyorum, biraz boş ve korkulu gözler ile bakıyoruz geleceğe.
Nedenini bilmiyorum ama bana göre, 2021 yılını geride bırakıp 2022 yılının eşiğinden geçmiş olmak demek, geçmiş yılın muhasebesi ile 2022 yılının da planlamasını yapmak demektir. Batıda adettir, yeni yılın ilk günlerinde kendiniz ve yaşamınızla ilgili önemli kararlar alınır ve titizlikle uygulanmaya çalışılır. Yaşam ve yaşam tarzı ortaya konulan ilkeler doğrultusunda yeniden yapılandırılır. Öncelikle kötü alışkanlıklardan kurtulmak listenin en başına konulur. Peki bu ne kadar sürer? O belli olmamakla beraber, bir çaba vardır, sürdürülmeye gayret edilir. Siyasette de ana hatlarıyla durum, bu şekilde cereyan ve temadi eder. TBMM’de Kasım ve Aralık ayını kapsayan bütçe maratonu da üç aşağı beş yukarı bu şekilde devam eder. Gerginliklere, kavgalara neden olan ve de ortada kesin hesabı yapılarak aklanacak bir yıl ile gelecek yılın bütçesi görüşülür ve kararlaştırılır. Kısıtlı imkanlardan en fazla verim alınacak bir yapılanma ortaya konulmaya çalışılır. İktisat bilimi de bireylerin ve toplumların sınırlı kaynaklarını, sınırsız ihtiyaçlarını karşılamak için verimli bir biçimde kullanılmasını inceleyen bir bilimdir. Bana göre hem bilim hem de sanattır. Mal ve üretimlerin faaliyetlerini irdeler, ama işi gücü para, finansmandır. Ekonomi ile karıştırılmaması gerekir. Nasıl ki, ‘iktisat’ın İngilizce karşılığı “economics” ise, ‘ekonomi’nin karşılığı da ‘economy'dir. Bilim ve sanat olan iktisattır, ekonomi ise adı üstünde tasarrufu akilane bir biçimde kullanmak ve yaşayabilmek için üretme ve bunları bölüşme biçimlerinin ve bu eylemlerden doğan ilişkilerinin tümünü içerisine alır.
Bütün bunlardan sonra söylemeliyim ki ve de zannediyoruz ki sadece Türkiye ve Türk halkı ekonomik kriz ile boğuşuyor. Ortadoğu’daki ülkelerin büyük çoğunluğu küresel salgın sonrası içselleşen ekonomik krizle uğraşıyor, büyük sosyal çalkantılara doğru süratle sürüklenmektedirler. Hatta Arap iç savaşının doğrudan yaşanmadığı ülkeler bile irili ufaklı ekonomik dalgalanmalarla boğuşuyor, hem de öyle dinecek gibi değil. Büyük ölçüde kronik hatta kısır döngüye düşmüş ekonomilerin başında Lübnan var, Suriye var, Irak var. 2021 yılı genel olarak bölgede bir taraftan Arap ayaklanmalarının hasar ve zayiat dökümünün yapıldığı, bir taraftan da ABD’de Başkan Joe Biden dönemi dış politikasının belirginleşmesinin beklendiği yıl olmuştur. Elbette İsrail ile Arap ülkelerinin normalleşme süreçlerini başlatması gibi çarpıcı gelişmeler de yaşanmaktadır ancak bu gelişmelerin bölgedeki ekonomik ve siyasi istikrarsızlıktan çıkış yolları arama, sivil savaş döneminde büyük ölçüde değişmiş olan bölgesel siyasî şartlara uyum sağlama ve tabii ki Biden döneminin diplomasi ağırlıklı dış politikası ile oluşan rüzgârı avantaja çevirme gibi gayretlerle hızlandığı açık seçik ortadadır. (1)
Gelinen bu noktada, Türkiye dış koşulların çevrelediği bu belirsizlik ortamında hem iktisadı rayına koyacak hem de tasarruf önlemleriyle birlikte adil bölüşüm olanaklarını ortaya koymak zorundadır. Türkiye dış koşulların çevrelediği bu belirsizlik ortamında yeni şartlar demek, yeni siyasi uzlaşılar, yeni müzakereler, yeni çıkar odaklı müttefiklikler, ticari anlaşmalar, bölgesel istikrarda üzerine düşeni yapmak demektir. Türkiye’nin 2021 sonlarında başlayan ve büyük ihtimalle 2022’de somut gelişmelerle perçinlenecek iktisat ve ekonomide dümen kırma girişiminde bulunması gerekli görülmektedir. Çünkü ortaya konulması gereken ve de hiçbir şekilde inhiraf edilmemesi, sapılmaması gereken bir ekonomik mücadeledir. Türkiye’nin içerisinde bulunduğu durum ise Yunanistan’a tam anlamıyla yerleşen ve Türkiye’nin güney komşusu ABD ve müttefiklerinin kuşatılmışlığına karşı savunmasını üst seviyeye çıkarttığı bir gerginlik durumunu, bir kriz yönetimini yaşamakta olduğu gerçeğidir. Ardı arkası kesilmeyen mülteci akınları ile boğuşan Türkiye için ekonomik kriz nedeniyle Suriye, Lübnan ve Irak gibi ülkelerden yeni akınların başlaması ihtimali durumu daha da vahimleştirmektedir. O yüzden bulunduğumuz bu durum, yapılan ve yapmak zorunda olduğumuz mücadele, olmak ya da olmamak ile eşdeğer bir bağımsızlık savaşıdır, doğrudan bir kurtuluş savaşıdır, sadece bir ekonomik savaş değildir. Bu sefer ki durum sadece Birinci TBMM’nin mücadele etmek zorunda kaldığı bir Misak-ı Millî (Ulusal Ant) değil, aynı zamanda bir Misak-ı İktisat (İktisadi Ant)’tır da. İşte böyle bir durumda II. Dünya Savaşında Büyük Britanya’nın durumunu irdeleyen İngiliz İktisatçı John Maynard Keynes, ‘Savaşın Harcamaları Nasıl Yapılmalıdır” (How to Pay for the War) adlı yapıtında “Savaş gereksinimlerinin tüketim mallarının üretimini kısıtladığını, buna karşılık hükümetin yaptığı harcamaların fazla satın alma gücü yaratarak nominal gelir seviyesini yükselttiği” biçiminde savaş finansmanının genel çerçevesini açıklamıştır. (2) Burada Keynesyen bir yaklaşımı ortaya koymamızın amacı, “Fonksiyonel Devlet Kuramı” kapsamındadır. Bu kuram çerçevesinde, kaynak kullanımında ve kaynak dağılımında bir etkinliğin elde edilmesi, adil gelir ve servet dağılımıyla birlikte iktisadî istikrarın sağlanması, iktisadî büyüme ve kalkınmanın sağlanması, ödemeler bilançosunda denklik sağlanması gibi devletin bazı fonksiyonları sağlamak üzere ekonomiye aktif olarak müdahale etmesi gerekliliğinden kaynaklanmaktadır. Bunu içinde bulunduğumuz duruma uyarlamaya çalışırsak Keynes şunu söylemeye çalışmaktadır. Enerji fakiri Türkiye’nin enerjiye ayıracağı petro-doları bulabilmesi için, içe yönelik tüketim mallarının üretimini kısıtlama pahasına dışa yönelik üretime öncelik vermesi gerekmektedir. Bu durumda iç pazarda tüketim mallarının üretiminin kısıtlanması ile ortaya çıkan yeni durumda mal miktarı üretimi diğer yıllara göre aynı kalsa bile artan nüfusa koşut olarak mal miktarı sınırlı kalabilecek, ancak buna karşılık para miktarı bollaşabilecektir. Böyle bir ortamda da paranın büyük ölçüde değer yitirmesi ile istikrarsızlık baş göstermektedir. Gerçekten de savaşın finansmanı amacıyla yaratılan emisyon (para basma) kaynakları, fiyatları yükselterek, savaş harcamaları üzerinde arttırıcı etki yapmakta, bu da yeni fiyat artışlarına neden olmaktadır. (3) Diğer yönden bu durumdan dolaylı bir biçimde etkilenen halk da geleceğe karşı duydukları güvensizlik nedeniyle yatırım yapmayarak, bir ekonomik varlığın, para gibi hemen değişimde kullanabilme özelliğinden dolayı paralarını likidite tutmayı yeğlemektedirler. Finansman normal dönemlerde olduğu gibi savaş ortamında da iç ve dış kaynaklardan oluşmaktadır. Sağlıklı bir ekonominin idamesinin temel koşulu olan iç finansman kaynaklarının güvenliği, savaş ekonomisinde de hükümetlerin temel dayanağı olma özelliğini kuşku götürmez bir gerçek olarak ortaya çıkarmaktadır. (4) Unutmayalım, savaş finansmanına ilişkin iç kaynaklar, vergiler, iç borçlanmalar, cebrî tasarruf ve enflasyon biçiminde özetlenebilir. (5)
2022 yılıyla birlikte milliyetçilik boyutunda tüm boyutlarıyla hissedilecek olan, savurganlığa set vuracak tarzda yapılması gerekli olan ‘topyekûn tasarruf önlemleri’dir. İkinci yapılması gereken, ‘ödün verilmeyen denk bütçe kavramı’nı bireylerin ve cumhuriyetin tüm kurumlarında egemen kılmaktır. Üçüncüsü ise, emisyon aracına başkaca bir çare kalmadığında son derece akilane bir biçimde uygulamaya çalışmak, enflasyonsuz ya da nispeten göreceli bir ortam yaratılmaya çalışılmasıdır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, “düşük maliyete dayalı üretim ve ihracat odaklı büyümeyi esas alan Türkiye'nin yeni ekonomi modeli”nin başarılı bir biçimde uygulanması bu ilkeleri uygulamasına bağlıdır. Tüm veçheleriyle mümkün olmasa da malî bağımsızlık kapsamında dış kaynaklarla açık finansmana başvurulmamasını ana ilke olarak benimsemiş olan Türkiye Cumhuriyeti hem hükümet hem de halk olarak kaynaklarının kısıtlılığı nedeniyle topyekûn tasarrufa yönelinmesini zorunlu kılmaktadır. Faiz-enflasyon deli gömleğini bir an önce çıkarabilmek adına 2022 ilk saatlerinde zam ve vergiler aracına zorunlu olarak sarılan hükümet seçime bir buçuk yıl kala yeni bir ‘ateşten gömlek’ giymek zorunda kalmıştır. İçinde bulunulan durum gerçekten de zor, sıkıntılı ve dayanılmaz bir durumdur, hükümetin ve halkın üzerine aldığı görev büyük bir sorumluluğu içermektedir. Bu durum başarı beklentisinin yoğun olduğu bir sorumluluğu üstlenmek demektir, kelle koltukta dolaşmak demektir. Unutmayalım, TBMM kurulduğunun ikinci günü 24 Nisan 1920 tarihinde kabul ettiği ilk yasa ile “Ağnam Vergisi”(Hayvan Sayım Vergisi)’ni dört katına çıkartmıştır. Osmanlı Döneminde özellikle küçükbaş hayvancılıkla uğraşan “Konar Göçer Yörükleri” etkileyen bu vergi her bahar döneminde alınmıştır. Salınan vergi bir nevi millet-i hâkime (core state)’den alınması planlanan vergi kalemidir. Sık sık çıkan yasalarla her türden devlet geliri arttırılmaya çalışıldığı gibi öte yandan da özel harcamalarda savurganlık önlenmeye çalışılmıştır. 1929 yılında yaşanılan Dünya Ekonomik Bunalımında ABD’nde önemli bir argüman olarak ortaya konulan ve doğrudan ulusal tasarrufla ilgili yasalardan kabul edilen “Men’i Müskirat (İçki Yasağı) Kanunu” ve “Düğünlerde, Ziyafetlerde Men’i İsrafât (Harcamaların Önlenmesi) Kanunu” gibi yasalar daha 1920 yılında çıkarılmıştır. Bu iki yasanın çıkartılmasında, ulusal tasarrufun oluşumunda devletin yaptırım olanakları kullanılmak suretiyle sağlanacak tasarrufun ekonomiye kanalize edilmesi düşüncesinin büyük ölçüde etkili olduğu görülmektedir. Duyun-u Umumiye (Genel Borçlar) ve Tütün Rejisi (Tekel) Yönetiminin Anadolu’da bulunan bürolarıyla anlaşmaya varılmış ve borcun faizinin ödenmeyerek hazineye aktarılması sağlanmıştır. Tüm bu çabalara karşın memur aylıklarının aylarca ödenmediği bile olmuştur. Her türlü yolluklar yüzde 40 oranında azaltılmıştır. Günün koşullarında 100 ABD doları mertebesinde olan milletvekili aylıklarının bile yüzde 20’sinin cephede olan askerler için tütün parası olarak hazineye bırakılması hususu doğrudan milletvekilleri tarafından önerilmiştir. Ulusa örnek olabilecek tarzda milletvekillerinin ödeneklerinden yapılan kesintilerle askerlerin kış aylarından giymesi için alınan gocuk ve kaputlar cepheye gönderilmiştir. (6) Öte yandan gerçek olan şudur ki, Kuva-yı Milliye’nin ilk dönemlerinde halktan zorla (cebrî) alınan yardımlar; zaman içinde hem düzensiz kuvvetlerin emir komuta yapısı içerisine alınması, hem de halkın millî mücadeleye olan inancının artmasıyla gönüllü hale dönüşmüş; Türk milleti varını yoğunu ulusal güçler emrine vermekten çekinmemiştir.
Derli toplu bir bütçe, devlet yönetiminin düzen içerisinde işleyebilmesinin baş koşulu olduğu için son derece önemlidir. Bu bakımdan alınan pragmatik kararların halk katmanlarına indirgenmesi de o derece önemlidir. Bu noktadan hareketle yeniden yapılanma kapsamında mevcut koşulların ve ekonomik mücadelenin gereksinimleri ile belirli bir dönemin olanakları arasındaki ilişkilerin rasyonel biçimde düzenlenmesi bir genel ilke olarak benimsenmelidir. O nedenle, ‘Onuncu Yıl Kutlamaları’nda aşağıdaki slogan içinde bulunduğumuz gelinen durumu açıklamaktadır:
"Denk bütçe, eşit ödeme işte cumhuriyet sermayesi!"
Uzun lafın kısası bütçe denk olduğunda “gelir gidere” eşittir. Serbest piyasa hâkim olmasına karşın devletin piyasada kontrolü bulunmaktadır. Bu durum kısaca devletin korporatist yapısını da göstermektedir. Bu korporatist yapı 1923-1938 yılları arasında kurucusu ve ilk uygulayıcısı Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’de uyguladığı dayanışmacı (solidarist) korporatist yapıdır. Dayanışmacı Korporatizm, ekonomide özel sermaye esas olmakla birlikte özel sektörün yatırım yapmayacağı / yapamayacağı alanlarda devletin konuya müdahil olması anlamına gelen korporatizm ile ekonomideki devlet müdahalelerinin toplumdaki sınıflar arasındaki bir uzlaşma ya da dayanışma ile gerçekleşmesi anlamına gelen dayanışmacılığın birleşiminden bütünleşmesinden oluşmaktadır. Bu geçiş döneminde toplumsal örgütlenmenin en temel bileşenlerinden, birbirlerine alternatif olarak ortaya çıkan Liberalizm ve Marksizm kavramlarının uzantısı olan korporatizm kavramı gerek Liberalizm gerekse Marksizm politikalarının açıklamakta yetersiz kaldığı kamu politikalarını, sosyal değişimleri, sosyal refah politikalarını, çalışma ilişkilerini, işgücü barışını, sendikaları, hükümet politikalarını, sosyal güvenlik ve sosyal politika uygulamalarına yeni bir veçhe verebileceği düşünülmektedir.
Sonuç olarak, ekonomi hele ki “Türk Ekonomisi” fiyatların pazarda belirlenmesini olası hale getiren kapalı bir sistem (closed system) olarak matematiksel bir modellemeyi ortaya koyan iktisadî bir bölüşüm (allocation) değil; Adam Smith, Karl Marx, David Ricardo gibi daha çok uzun vadeli büyüme (growth)’dir, gelişimdir. Smith ve Marx 'ın, günümüz Türkiye’sinin derdi kısa dönemli fiyatların nasıl belirlenmesi değil, açık bir sistem içinde uzun vadeli büyümenin ne şekilde olması gerektiğidir, sevgili okurlar.
Dipnotlar
(1) Hediye Levent, “2022'nin heybesi...” Evrensel Gazetesi, 30.12.2021; https://www.evrensel.net/yazi/90093/2022nin-heybesi/Erişim Tarihi 02.01.2022/
(2) John Maytnard Keynes, How to Pay for the War(Savaşın Harcamaları Nasıl Yapılmalıdır), Londra, 1940.
(3) Erdoğan Alkin, “Harp Finansmanı”, Harp Ekonomisi İstanbul,1985, s.173.
(4) Esat Arslan, “Ödün Verilmeyen Ekonomik İlkelerle Kazanılan Topyekûn Savaş “Türk Kurtuluş Savaşı”, 2023 Dergisi, Ankara, Mayıs 2005, s.39
(5) Salih Turan, “Harp Finansmanının Teorik Esasları”, Harp Ekonomisi İstanbul,1985, s.178.
(6) Esat Arslan, “Ödün Verilmeyen Ekonomik İlkelerle Kazanılan Topyekûn Savaş “Türk Kurtuluş Savaşı”, 2023 Dergisi, Ankara, Mayıs 2005, s.39