Türkiye Cumhuriyeti’nin 19 Temmuz 2021 tarihinde başlayan siyasal seviyedeki ‘İkinci Kıbrıs Çıkartması’, Kıbrıs Barış Harekâtının 47’nci yılında ortaya konulan “Kıbrıs’taki Kararlılık Gösterisi” başta yerel ve bölgesel güçler olmak üzere tüm dünyaya son derece önemli mesajlar iletilmesine vesile olmuştur. Burada önemle ifade etmek gerekir ki Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC bir proaktif kriz yönetimi yönetmektedirler. Gerçekten de içinde bulunulan coğrafya proaktif kriz yönetiminde nitelikli olmayı gerektirmektedir. Siyaset biliminde genel bir kural olarak iktidara gelen parti devleti tanıdıktan sonra iktidara gelinen ilk zamanlardan farklı olarak, yapılacak siyasal açılımda kendisine dayatılanları savunmaya çalışmaktan ziyade “Eylemde Ön Alma” (Preemptive strike) stratejisini benimsemektedirler. Bu durum son derece doğru bir yaklaşımdır. Aslında bu dolaylı tutum, Yeni Türk Devleti’nin kuruluşunda yoğun bir biçimde kullanılan ve fakat ittifaklar mantalitesi nedeniyle uzun zamandan beri unutulan bir stratejidir. Spesifik bir örnek vermek gerekirse Cumhuriyetin ilk yıllarında Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un ‘Bozkurt Lotus Davası’nda “Tahkimname” (compromis) yazılmasından, mahkeme safahatına ve davanın kazanılmasına kadar izlenilen dolaylı tutumun ta kendisidir. Nedir bu dava? Evet efendim, Bozkurt-Lotus Davası, Türkiye'nin ilk deniz hukuku zaferidir. 2 Ağustos 1926 gecesi Adalar Denizinin açık sularında Midilli adasının 5-6 mil açıklarında ‘Bozkurt’adlı kömür yüklü Türk bayraklı bir gemiyle, Lotus isimli Fransız bayraklı bir gemi çarpışmıştır. Bu çarpışma sonucunda “Bozkurt” batmış, 8 Türk denizcisi kaybolmuştur. Ölenlerin ailelerinin şikâyeti üzerine Bozkurt’un kaptanı Hasan Bey ile Lotus’un süvarisi Desmons tutuklanmış, İstanbul mahkemelerince ölüme sebebiyet vermekten Türk kaptana dört ay; Fransız kaptana 80 gün hapis ve 22 TL para cezası verilmiştir. Fransa olayı sert bir şekilde şiddetle protesto etmiş, Türk mahkemelerinin açık denizde meydana gelen çarpışmada yabancı bayraklı gemi kaptanını millet itibarıyla yetkisiz olduğunu ileri sürerek, Fransız kaptan Desmons’un derhal salıverilmesini istemiştir. Türkiye Cumhuriyeti bu notayı reddetmiş, her iki taraf anlaşarak konunun La-Hey Uluslararası Daimî Adalet Divanına götürmeyi kararlaştırmışlardır. (1) Kabotaj hakkının ve adli kapitülasyonların kaldırılmasının perçinleyen sağlayan en nihayetinde modern Türkiye'nin kurucu kadrosunun "hak verilmez alınır" mantığının uyguladığı bir davadır. Genç azimli bir Adalet Bakanının ülkeyi savunmasıdır. Gözü pek genç Adalet Bakanının doktora tezi de zaten “Kapitülasyonların tek taraflı olarak iptal edilebileceği” üzerinedir. Mahmut Esat Bey 1912’de İstanbul Darülfünun Mekteb-i Hukuk mezuniyeti sonrasında gittiği İsviçre’de Freiburg Üniversite’sinde tekrar lisans eğitimi ve sonrasında yaptığı doktora tezi; “Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi” (Du Regimes des Capitulations Ottomanes) dir. Mahmut Esat Osmanlıyı sömürgeleştirip, halkı yoksullaştıran temel etkenin, ülkemizde kapitülasyonlarla çok geniş ekonomik ayrıcalıklara sahip olan batı yayılmacılığı olduğunun bilincindedir. Doktora tezinin sonuç bölümünde Mahmut Esat; “Kapitülasyonlar ister tek taraflı ister karşılıklı anlaşma sayılsın, taraflardan birinin hayati çıkarlarına aykırı düşerse veya tabi oldukları şartlar değişirse tek taraflı olarak ilga edilebilirler! “Düşüncesindedir. (2) Mahmut Esat, Türkiye’nin Ernesto “Che” Guevara’sıdır. Ülkede kapitülasyon rejimi yürürlükte iken bunun tek taraflı olarak kaldırılabileceğine ilişkin doktora tezini “Cum Laude“onur derecesiyle kabul ettirmeyi başaran Mahmut Esat İzmir’in Yunan Ordusunca işgali üzerine İsviçre’den dönüp 120 kişilik bir Kuvayı Milliye birliğinin başında silahlı mücadele için dağa çıkan bir yurtseverdir. Dörtlük bir sistemi uygulayan bir yüksek öğretim kurumunda “Cum Laude“derecesi 3,6 ve daha yüksek genel not ortalaması (GNO)’na tekabül eder. ‘Magna Cum Laude’ 3,8 ve ‘Summa Cum Laude’ 3,9-4 GNO gerektirir. Ülkenin kurtuluşunun cephe savaşçısı, kuruluşunun devrimcisi Mahmut Esat ülkesinin, ulusunun, ezilenlerin hukukunu ücretsiz savunmuştur. Mahmut Esat Müdafaa-i Hukuk’çu ve Kuvayı Milliyeci özelliğini ölünceye kadar kişilik ve kimlik olarak üzerinde taşımıştır. Derin bir hukuk kültürü ve sosyal adaletçi anlayışla bütünleşen bu kimlik, onun şahsında Cumhuriyetin inkılapçı Adalet Bakanına dönüşmüştür. Türk Medeni Kanunu başta olmak üzere öncülüğünü yaptığı hukuk devrimi süreciyle Türk halkının tebaa’lıktan yurttaşlığa, ümmetten çağdaş topluma sıçrayışının öncülerindendir. Bozkurt’un kaleme aldığı Türk Medeni Kanunu’nun önsözü hukuk devriminin manifestosudur.
Unutmayalım, Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşına kapitülasyonları tek taraflı ilga ederek girmiştir. Bozkurt Lotus Davasında da aynı yol izlenmiş, La- Hey Uluslararası Daimî Adalet Divanına gidilirken aktif bir ‘tahkimname’ ile başvurulunmuştur. Öyle bir tahkimname kaleme alınmıştır ki, bu şekilde dava metninde tezin ispat sorumluluğunu Türk tarafına değil Fransız tarafına yüklenilmesi sağlanmıştır. Kısaca, "Türkiye, Fransız kaptanı tutuklamak ile devletlerarası hukuka uygun hareket etmiş midir?" olan dava metni "Türkiye Fransız kaptanı tutuklamak ile devletlerarası hukuka aykırı hareket etmiş midir?" olarak değiştirilmesi ile sağlanmıştır.
Bu arada hatırlatalım, günümüzde uygulanan sistem tam tersi bir duruma getirilmiştir. Bugün uygulanan uluslararası hukuk, diğer bir deyişle 1958 tarihli Cenevre Karasuları ve Bitişik Bölge Sözleşmesi'nin 19. Maddesi ve 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin 27. maddesinde “yabancı gemilerin açık deniz, münhasır ekonomik bölge ya da yabancı devlet karasularında bulunduğu sürede işlenen suçlar yüzünden kıyı devletinin söz konusu gemi karasularından geçerken gemi üzerinde herhangi bir yargı yetkisi kullanılması hakkı bulunmadığı” biçiminde bağıtlanmıştır.
Efendim, bütün bunları bunun için biraz da uzatarak anlattım. Günümüzdeki Türk tarafının Maraş (Varosha) açılımının hem stratejisini hem de yasal boyutunu karşılaştırma yapabilmek için ortaya koymaya çalıştım. Neden? Çünkü karşılaştırma yapmak hem bilimin zemini hem de sosyal bilimin laboratuvarıdır. Öncelikle söyleyelim, bu davanın stratejisi doğrudan doğruya Türk tarafının Maraş açılımıyla ilgilidir. Maraş bölgesinin açılımının çoğunluğu vakıflarla ilgilidir.
Bir vakıf yaratmak, onu sonsuza dek yaşatmak demektir. Vakıflar insanlığın ortak değeridir. Vakıfların amacı ayrım gözetmeden insanlık için hizmet üretmek demektir. Bugün Kudüs’e giderseniz, Hürrem Sultan vakfında günde iki defa bedava karnınızı doyurur ve imaret hizmetinin ilk önce kadınlara yapıldığını görür ve de gururlanırsanız. Vakıf malını ele geçirmek, o malı insanlığın hizmetinden çıkarmak ve kişileri zengin etmek demektir. Vakıf malını ele geçirmek, hangi zaman diliminde kim tarafından yapılmış olursa olsun insanlık suçudur. Bütün bunlar vakıf sözcüğünün açılımlarıdır.
Osmanlı'nın genel fetih uygulaması bir yer fethedildiğinde ilk olarak vakıf sistemi kurulması olmuştur. Kuşkusuz bunun amacı da "gidilen yerin sömürülmesi üzerine değil, o yerin devlet-ebet-müddet şiarı içerisinde ihya edilmesi"dir. Diğer bir deyişle o yerin yaşamsal boyutuna devam ettirilmesidir. Doğal olarak kişisel arazilerin masuniyetinden taviz verilmeksizin, fetih öncesi devletin mallarının vakıf ve külliye haline getirilerek millete mal edilmesi esasına dayanır. Daha doğru bir ifadeyle devlet yüzünü topluma döndürür ve toplumla birlikte yürüme kültürünü zenginleştirerek kurumların geleceğe taşınma inancının yaygınlaştırılmasıdır. Vakıflarda esas olan insanlık için hayırseverlik ve dayanışma anlayışıdır.
Kıbrıs genelindeki arazinin yüzde 30'u ve Maraş bölgesinin tamamı, Osmanlı devletinden miras kalan vakıf arazileridir. Maraş bölgesinin 4 bin 500 dönüm civarındaki alanının Lala Mustafa Paşa Vakfı, Abdullah Paşa Vakfı ve Bilal Ağa Vakfı olmak üzere 3 vakfa ait olduğu belgelerle sabittir. Lala Mustafa Paşa, II. Selim döneminde 1571 yılında Kıbrıs'ı fethettikten sonra o bölgedeki arazileri kendi parasıyla satın alarak vakfetmiştir ve 300 yıl bu araziler vakıf arazisi olarak kullanılmıştır. Ada'nın güneyindeki Ağrotur İngiliz Üssü'nde 2 bin 400 dönümden fazla Osmanlı vakıflarına ait arazi bulunmaktadır. Osmanlı'nın 1571'de Kıbrıs'ı fethinin ardından kurulan Kıbrıs Vakıflar İdaresi, 449 yıldır çalışmalarını aralıksız sürdürmektedir. Ancak, Kıbrıs’ ta; İngiliz Sömürge dönemi (1878-1960) ve bunu takip eden Kıbrıs Cumhuriyeti zamanında (1960-1974), uluslararası sözleşmelerin ve ilgili yasaların uyulmasını emrettiği İslam hukukunun ve Osmanlı tatbikatının bir bölümünü teşkil eden evkâf hükümlerine (ahkâmü’l-evkâf) ve evrensel hukuk kurallarına aykırı düzenleme ve uygulamalarla vakıf mallarının %92’si vakıfların mülkiyetinden çıkmış ve ihtilaflı hale gelmiştir. (3) İşte meselenin düğüm noktası tam da burasıdır. Bundan başka Güney Kıbrıs Rum Kesimi yönetimi, Ada'nın güneyinde kalan Kıbrıs Vakıflar İdaresi mallarının kullanımına izin vermemektedir. Bu nedenle KKTC kuruluşundaki EVKAF İdaresi güneydeki vakıf arazilerini kiralayamadıkları ve geri alamadıklarını kaydetmektedir. Bu arada söyleyelim, Rum yönetiminin ortaya koyduğu bu durum, uluslararası hukuka aykırıdır.
Üzülerek ifade etmek gerekir ki, İngiliz Egemen Üsler Bölgeleri'nde EVKAF idaresinin binlerce dönüm vakıf arazisi maalesef 2014 yılında İngiliz İdaresi ve Rum yönetimi arasında yapılan bir anlaşma ile oradaki arazilerinin bazı bölümlerinin kullanıma açılması için 2021 Haziran’ında yürürlüğe girmiştir. Bu önemli bir parametrenin de Türk tarafının elini kuvvetlendireceği değerlendirilmektedir.
İyimser yaklaşımla Rumlar, İngiliz yönetimin verdiği tapularla vakıf arazilerinin bu arada Maraş bölgesinin kendilerinin olduğunu zannederek bölgeye yatırımlar yapmışlardır. Böyle bir yaklaşım doğru mudur? Rum yatırımcıların genel vakıf kurallarını bilmemeleri neredeyse olanaksızdır. Bilinen yalın ve çıplak gerçek, gerek İngiliz yönetimi gerek GKRY vakıf malları üzerine günün moda deyimiyle adeta çökmüşlerdir. İlginçtir, bu çöküşün tarihi de ‘1963 Kanlı Noeli’dir. İngiliz idaresi döneminde hukuka aykırı bir şekilde vakıf arazileri Rumların ve kilisenin üzerine geçirilmiştir. Aslında Rumlara ve kiliseye mülkiyet hakkı olarak değil kullanım, yararlanma hakkı (indifa hakkı) olarak verilmiştir, başkaca söze gerek yok, tekraren söyleyelim Maraş bölgesi yüzde 100 vakıf arazisidir. Durum böyle olmasına karşın Kıbrıs Barış Harekâtından 10 yıl, KKTC’nin 15 Kasım 1983 tarihinde kurulmasından sadece 6 ay sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) devreye girmiştir. BMGK 11 Mayıs 1984 tarihinde aldığı 550 numaralı kararla "Güvenlik Konseyi, Maraş'ın herhangi bir bölümüne kendi sakini dışındaki insanların yerleştirilmesi çabalarını kabul edilmez olarak niteler ve bu bölgenin BM yönetimine devredilmesi çağrısında bulunur" ifadeleriyle KKTC’yi tek başına var olma gücüne ket vurmuştur. Bu karar, 1983'te tek taraflı olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilan edilmesi ve Maraş bölgesinin de bu yeni devletin sınırları içinde kabul edilmesinin ardından sonra gelmiştir.
Gerek Türkiye gerekse KKTC kısaca Türk tarafı birlikte eş güdüm içerisinde Kıbrıs’ta bir kriz yönetimini yönetmektedir. KKTC aynı zamanda Doğu Akdeniz’de tüm tarafların dikkate alacakları bir hassas denge konumundadır. Yunan-Rum tarafının her bir meydan okuma hamlesine karşı kriz yönetimi kapsamında Türk tarafı da anlamlı açılımları ya da yanıtları gerçekleştirmektedir. Bu cümleden olmak üzere KKTC Su Temin Projesi Boru Hattı Onarımını Müteakip Su Verme Merasiminde konuşan KKTC Başbakanı Ersin Tatar, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da katılımıyla alınan ortak bir kararla 8 Ekim 2020 Perşembe günü, 1.5 km'lik Maraş kıyı şeridini ve denizinin KKTC halkının kullanımına açmışlardır. Oysa, 2004'te yapılan Annan Planı referandumunun Rum kesimi tarafından kabul görmesi halinde, Maraş, Rum tarafının denetimine bırakılacaktı. Kıbrıs Türklerinin Annan Planı'na yüzde 64,91 ile "evet" demesine karşın Rumların yüzde 75,83 ile "hayır" demesi bu çözüm fırsatını da ortadan kaldırmıştır. Sadece bu kadarla kalsa iyi bir de arkasından birçok sorunlu GKRK tüm Kıbrıs’ı temsilen, Avrupa Birliği üyesi yapılmıştır. Ada'daki Kıbrıslı Türkleri doğrudan doğruya GKRK’nin insafına terk eden bu açılım, talep edilmesi halinde Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlığı alarak AB üyesi ülke vatandaşı olarak kabul edilme dayatmasını da beraberinde getirmiştir. Ancak tüm AB fonları GKRY tarafından kullanılmış ve hiçbir değişiklik olmadan da kullanıma devam edilmektedir.
Doğu Akdeniz'deki gerilimin de artması ve AB’nin tarafgir tutumuna karşı başarılı bir kriz yönetiminin mimarı olan Türk tarafı yanıtlama bağlamında daha farklı bir çözüm dile getirmeye başlamıştır, doğrudan doğruya açıkça ifade edilmese de özetleyecek olursak : “Kapalı Maraş eski sahiplerine verilecek, ancak yönetim Türk tarafında olacak ve turizm gelirlerinden elde edilen kârdan büyük oranda Türk tarafı yararlanacaktır.”
1970’li yılların başında Akdeniz Bölgesi’nin Las Vegas’ı konumunda dünyanın en güzel sahiline sahip, en gözde tatil noktalarından bir olan, Avrupa’nın milyoner iş adamlarına, Marilyn Monroe, Sophia Loren gibi dünyaca ünlü isimlere ev sahipliği yapan Maraş Bölgesi, 1974 öncesi Ada'nın turizm gelirlerinin yüzde ‘53'ünün geldiği bir yer olmuştur. Bunun için AB fonlarından ve ayrıcalıklarından yararlanamayan KKTC için bu yüzden önemlidir.
Türk tarafının elinde KKTC’nin Kapalı Maraş’ı açılıp “Burada mal, mülk sahibi Rumlar gelsin, mallarını kendilerine iade edebiliriz” çağrısı, karşılık bulmuş ve semeresini de vermiştir. Açılımın, Kapalı Maraş'ın yüzde 3,5'una tekabül eden pilot bölgede başlayacak olması Kıbrıs Türk makamlarının bu konuya ne kadar hassas yaklaştığını ortaya koymaktadır. Rum yönetiminin aksi yönde çağrı ve baskılarına rağmen Taşınmaz Mal Komisyonu’na iade, takas ya da tazminat içeren 344 başvuru yapılmıştır. GKRK’nin Rum vatandaşları bu başvurularıyla Maraş’ta, KKTC egemenliğini fiilen tanıdıkları gibi, malları iade edilen Rumlar, Maraş’ta yaşamayı tercih ederlerse KKTC’ye vergi ödeyecekleri de bağıtlanmıştır. (4)
Bütün bunlardan sonra söylemem o dur ki, Türk tarafı doğru yoldadır. Maraş açılımı bir fırsat değil, Türkiye ve KKTC’nin eş güdüm içerisinde uyguladığı proaktif kriz yönetiminin bir parçasıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 19 Temmuz 2021 tarihinde KKTC Meclisinde açıklamış olduğu Cumhurbaşkanı külliyesi, Millet Meclisi ve Millet Bahçesi açılımı yerinde ve uygun bir açılımdır. Tanınma sürecinde Kıbrıs Türk Toplumu ve Kıbrıs Türk Devleti açılımında önemli bir çıkış noktası oluşturabilecektir. Bu açılıma doğru giden yol haritasında her an uluslararası hukuk zeminine evrilmesi olasılığı bulunan Maraş bölgesi açılımının Mahmut Esat Bozkurt’un Bozkurt Lotus Davası stratejisinin benimsenmesi hayati öneme haiz bulunmaktadır, sevgili okurlar.
Dipnotlar
(1) Durmuş Tezcan, Bozkurt Lotus Davasının Uluslararası Hukuk’taki Yeri ve Önemi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, c.2, sa.4-5, İzmir, s.268; Https://Ataturkilkeleri.Deu.Edu.Tr/Pdf/Cilt2sayi4.5/C2_S4-5_Durmus_Tezcan.Pdf/Erişim Tarihi 25.07.2021/
(2) İstanbul Barosu, “Basın Açıklaması: Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü HSYK Başkanvekili Kadir Özbek’e Verilecek”, 01.04.2010; https://www.istanbulbarosu.org.tr/HaberDetay.aspx?ID=4900/Erişim Tarihi 25.07.2021/
(3) Http://Www.Evkaf.Org/Site/Dokuman/Sunum-Al%C4%B0catal.Pdf/Erişim Tarihi 25.07.2021/
(4) Aybike Eroğlu, “Rumlar KKTC'yi tanıdı: Kapalı Maraş'a 334 başvuru”, Yeni Şafak Gazetesi, 22 Haziran 2021; https://www.yenisafak.com/dunya/rumlar-kktcyi-tanidi-kapali-marasa-334-basvuru-3649308/ Erişim Tarihi 18.07.2021/
Telefon: 0532 268 05 48
E-Mail: info@kilithaber.com