Modernizm ve Toplum başlıklı son yazımı okuyan dostlarımızın ve sevgili takipçilerimin isteği üzerine konuya kaldığımız yerden devam etme gereği hissettim.
Toplumların değişimi ve gelişimi noktasında ilim ve irfan insanlarının çok büyük sorumluluk taşıdığını söylememe hacet yok. Öyle ki aydınların ve entelektüel sayısının azlığı ve çokluğu toplumların gelişimi için önemli bir referanstır.
Son yıllarda bırakın yeni aydın ve entelektüellerin yetişmesi mevcut değerlerimizin itibar suikastine uğratılmak suretiyle hunharca imha edildiklerine tanık olmaktayız. Ekonomik gelişimi kültürel gelişiminin önünde olan toplumlarda sık karşılaşılan bir durum diyebiliriz.
Özellikle son yirmi yılda özellikle Cumhuriyet tarihinin eskimiş sözde aydınları Anadolu İrfanı ile yetişmiş aydınları hedef göstermek suretiyle engellemeye çalıştılar. Çoğu zaman bu Feraset sahibi alimleri takunyalı, takkeli, gerici, hatta göbeğini kaşıyan adam gibi ifadelerle toplum nazarında itibarsızlaştırma gayretine girdiler.
Bu hoyrat ve ahlak dışı saldırıları anlamak o kadarda zor değildi aslında. Keza yüz yıl boyunca Devleti ve imkanlarını deyim yerinde ise adeta sömüren zihniyetin mimarları bugün yeniden dirilişe engel olmayı kendilerine vazife edinmişlerdir.
Bizleri hayrete düşüren ise Ulemaya karşı bu direnişi gösteren sözde sosyalist ve demokrat kırıntılarına bizim mahalleden çığırtkanlarında eşlik etmeleridir. Aydın ve Entelektüellerin herhangi bir konuda ki düşüncelerine nezaket ve ahlak dışı saldırılarda bulunmaktadırlar.
Entelektüel bir yazarın kendi uzmanlık alanı dışında bir konuda yazmasına şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Söylemleri şu. Herkes kendi işini yapacak. Alanı ne ise onun dışına çıkmayacak. Tek alanda çalışmasını yürütecek demek kendi işinin yanında kendini yetiştirme suretiyle farklı alanlarda söz sahibi olan bütün isimleri yok saymaktır bu.
Mesela Mustafa Armağan edebiyat fakültesi mezunu ise tarihle ilgilenmesin demektir bu. Mehmet Niyazi için de geçerli bu kıstas o zaman. Hukuk eğitimi almış birinin tarihle ilgilenmesi hem de bu alanda başyapıt denen eserler ortaya koyması ne büyük talihsizlik demek anlamına geliyor. Keza Nurullah Genç İktisat Fakültesi mezunu olarak sadece ekonomi ile ilgilenmeli Şairlik ve Yönetim Organizasyon alanına, adım dahi atmamalıydı.
Avrupa’dan örneklerle de destekleyebiliriz. Salvador Dali sadece resim çizmeli film ve senaryo işlerine hiç girmemeliydi. Yine Leonardo da Vinci Ressam kimliği yanında astronomi ve matematik bilimi ile hiç uğraşmamalıydı.
Yazıma neden Cadı Avcıları başlığı verdiğimi anladınız mı? Güzel memleketimde artık herkes işi gücü bırakıp adeta Entelektüel avına çıktılar. Bu kavramın tarihsel oluşumu nasıl gerçekleşmiştir ona bir bakalım.
Kim Bu Cadı Avcıları?
Genellikle kadın olarak düşünüler cadılara inanış, özellikle Ortaçağ Avrupa' sında pek yaygındı. Cadılar çeşitli inanışlarda geceleri dirilip insanlara kötülük yaptığına inanılan ölü olarak tanımlanır. Papa Innocent VIII. Cadı olaylarını inceletmek üzere papazlardan oluşan bir kurul oluşturur. Bu kurulun hazırladığı rapor XV. yy.' ın inanç tarihi için çok önemli bir belgedir.
Cadı Tokmağı (La Malleus Maleficarum, 1487) yayımlanan bu raporda söylendiğine göre, aşırı cinsel istek duyan kimi yaşlı kadınlar geceleri cadılık ediyorlarmış, veya bu yaşlı kadınlar, insanlar arasında yaşayan ve gündüzleri niteliklerini belli etmeyip geceleyin cadılık eden yaşayan ölüler (hortlak) miş.
Büyücülük yapanların da bu cadılar olduğuna inanılmış ve cadı deyimi büyücü anlamına da kullanılmıştır. Hıristiyanlık tarihinde büyücü avcıları gibi cadı avcıları da ünlüdür. Cadı sayılıp yakılanların sayısının milyonları aştığı tarihte yazılıdır. Bir insanın cadı olup olmadığını anlamak için Hıristiyan dünyasında yapılan işlemler çok ilginçtir.
Örneğin, vaftiz suyuna atılıp da batmayanlar, vaftiz suyunun onları istemediği gerekçesiyle cadı sayılmışlardır. Cadı inancı, ilk insan topluluklarından başlayıp günümüzde bile sürüp gitmekte olan çok yaygın olan bir boş inançtır.
Cadılar ve Engizisyon
Sinemaya da aktarılan Umberto Eco' nun Gülün Adı adlı romanının yedinci bölümünde rahip Jorge, Kilisenin felsefesini şu sözlerle dile getirir: "Kilise Kanununun adı Tanrı Korkusudur. Halk devamlı korkmalıdır ki Tanrının gölgesi olan Kilise ayakta kalabilsin." Bu sözler aynı zamanda Engizisyonun temelini de oluşturur.
Avrupa’da tarih boyunca kilise ve bilim ters düşmüştür. Bilime karşı ciddi manada direniş gösteren bir Kilise ve Ruhban sınıfı oluşmuştur. Bu durum toplumsal yapının da ciddi manada sarsılmasına neden olmuştur.
Tüm bu açıklamalardan anlayacağınız üzere belli bir inanç ve itikat üzerine inşa edilmemiş ilim ve bilimin toplumları adeta birer robot haline getirdiğine tanık oluyoruz. Bu robotik bireylerin aldıkları komutları papağan misali dile getirmeleri tesadüfü bir durum değil.
Batıda ki Cadı Avının bir benzeri Anadolu Coğrafyasında hem de aynı cemiyet/cemaat bünyesinde yer alan fikir insanları tarafından yaşatılıyor olması başka bir garabet değil mi?
Varlık sebebini anlayamamış ve belirli bir akidesi olmayanların Ulemaya laf atması gerçekten acınası bir durum. Bir taraftan ticaretin yanı sıra, askeri ve savunma sanayiinde varlık mücadelesi veren bu ülkenin, diğer taraftan İlim ve İrfan yolunda ki gayreti göz ardı edilmemelidir.
Sırça köşklerde oturup keyif kahvesini içenler deyim yerindeyse kelle koltukta Anadolu’yu karış karış gezenlere laf söylemeden önce bir düşünmelidirler.
Son olarak herhangi bir yaraya merhem olmayanlar ve toplumsal sorunlar karşısında çözüm üretme gayreti göstermeyenler lütfen yolu kapamasınlar!
Selam ve dua ile…
Telefon: 0532 268 05 48
E-Mail: info@kilithaber.com