Millî Güvenlik Kurulu (MGK)' nun ilk defa bir anayasal kuruluş olarak Türk Devlet Teşkilatı arasında yer alması 1961 Anayasası ile olmuştur. Bu nedenle MGK ‘Çağdaş Türk Demokrasi Tarihi’mizin son 60 yılına damga vuran anayasal bir kurum olma özelliğini de taşımaktadır. Ancak kabul etmek gerekir ki, MGK başta Türk anayasal sistemi üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi duran vesayet olmak üzere büyük ölçüde eleştiriye de maruz kalmıştır. Oysa bu kurum Türkiye Cumhuriyeti’nin tehdit değerlendirilmesinden ve buna karşı önlem alınmasından sorumlu olan bir kurumdur. 1982 Anayasası'nın 118'inci maddesi Milli Güvenlik Kurulu'nu; Devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili alınan kararları ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kurulu'na bildirmekle görevli kılınmıştır. Başkanlık sistemi ile yapısal bir değişikliğe uğrayan MGK, Cumhurbaşkanı başkanlığında Cumhurbaşkanı Yardımcıları (Şu an aktif olarak bir yardımcı bulunmaktadır), Adalet, Millî Savunma, İçişleri, Dışişleri, Bakanları ile asker üye olarak Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından oluşmaktadır. Yine Türk demokrasi tarihinde önemli bir kavram olan ‘Kırmızı Kitap'tan, diğer bir deyişle ‘Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nden, ‘Millî Askeri Stratejik Konsept (MASK)’in belirginleşmesinden de mesul bir kurumdur, MGK. Devletin bekası için önemli bir doküman olan “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ MGK Genel Sekreteri’nin eşgüdümünde, Cumhurbaşkanı yardımcılarının, TSK’nın, bakanlıkların, Cumhurbaşkanlığına bağlı ilgili başkanlıkların görüşleri alındıktan sonra tasarı bir metin oluşturulmakta, gerekli değişiklikler ise MGK’da yapılarak karara bağlanmaktadır. Yani, MGK toplantısında alınan bir tavsiye kararı Cumhurbaşkanlığı tarafından onaylandıktan sonra tekrar Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'ne gönderilmektedir. MGK Genel Sekreteri de güncelleştirilmiş bilgiyi ‘Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’ olan Kırmızı Kitap'a işlenilmesinden sorumludur. İşleyiş yasal olarak budur. Somut bir örnek vermek gerekirse, uzun süren badirelerden sonra FETÖ günümüzden ancak altı yıl önce 2015 yılının ilk günü ilk MGK toplantısında ‘Paralel Devlet Yapılanması' olarak bu prosedürü takip etmiş, Kırmızı Kitap'a bir tehdit unsuru olarak girmesi sağlanmıştır. Tabii o zamanki Parlamenter Sisteme göre Bakanlar Kurulunda onaylandıktan sonra Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'ne gönderilerek, Kırmızı Kitap’a işlenmesi sağlanmıştır. Uzun lafın kısası iç güvenlik dış güvenlikten çok daha önemliydi, bu kadar didinmelere karşın FETÖ olarak değil de ‘Paralel Devlet Yapılanması’ bir tehdit unsuru olarak MGK kararında ancak yer alabilmiştir. Düşünebiliyor musunuz, FETÖ ’nün 15 Temmuz 2016 kanlı başarısız darbe girişiminden ancak bir buçuk yıl önce ‘Kırmızı Kitap’ da kendine yer bulabilmesini. Ama FETÖ olarak değil. Tabii ki bu ve benzer konulardaki, gel-git’lerin nedenleri olarak siyaset erbabınca vesayetin siyasetin önünde görülmesi teşkil etmiştir. Siyaset kendisi de bizzat içerisinde bulunmasına karşın MGK kararlarını dikkate almazken, bir anlamda boşlarken, vesayetin çıkışları siyasetin önünde engel olarak algılanmıştır. Yani Ankara’da vesayet kurumları ile siyaset kurumları arasında bir konsensüs sağlanamamıştır.
Ayrıca Millî Güvenlik de dar anlamda sadece ‘Millî Savunma’yla ilgili sorunlar ve olağanüstü hallerde, olağanüstü hâl rejimi sonucunda alınacak terörle mücadele önlemleri olarak algılanmıştır. Yanlış mıdır? Kuşkusuz yanlıştır. Bu dar anlamdaki anlayış, iki binli yıllar öncesinde MGK’nın görev alanı terörle mücadeleye kadar indirgenmiştir. İki binli yılların sonlarına doğru bir koalisyon hükümeti içerisinde yer alan siyasi parti liderleri, bırakın devletin bekasını, bölücü teröre karşı yapılan mücadelede Türk askerine işgal ordusu; teröriste gerilla ya da özgürlük savaşçısı diyenlerin cezalandırılıp cezalandırılamayacağını üzerinde tartışmaktaydı. En kesin bu konuda bile aralarında bir konsensüs oluşmamıştı. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, benzer konular günümüzde, ‘militan’ tartışmasında yaşandığı gibi bir nevi terör terminolojisi ile devam etmektedir. Doğal olarak Batılı politikacılar da Türkiye’de bölücü terörü teşvik özgürlüğü peşinde koşmaktaydılar, halen de koşmaktadırlar. Oysa İngiltere’de IRA’yı övmek, Almanya’da Nazizm’i, Hitleri övmenin yasak olduğunu, Fransız anayasasının her türlü bölücülüğü men ettiğini bildikleri halde.
Kuşkusuz üçüncü milenyuma beş yıl kala yaygın şiddet eylemleri kendi ülkelerinde fazlaca boy göstermemişti. Vakta ki, ABD'nin Oklahoma Eyaleti'ndeki Alfred Murrah Federal binasına 19 Nisan 1995 tarihinde bomba yüklü araçla saldırı sonucunda 168 kişinin ölmesi, 680 kişinin yaralanması, 324 binanın zarar görmesi ve 86 aracın yanmasından sonra kamu güvenliğini bireylerin özgürlüğünden daha önemli görmeye başladılar. Ancak terör örgütlerine yardım ve yataklık etmekten kısaca Türkiye’ye terör ihraç etmekten bir gün bile geri durmadılar. Sadece bununla kalmayıp binlerce TIR’la terör örgütlerini silah, araç, gereç ve donanımla desteklediler ve halen de desteklemeğe devam etmektedirler. Ancak AB(D); NATO, Barış için Ortaklık, Akdeniz Diyaloğu, Küresel Ortaklık, İstanbul İş Birliği Girişimi çatısı altında göstermelik olarak, Ankara’da Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi (Center of Excellence-Defence Against Terorism) Komutanlığını kurmaktan da geri durmamışlardır.
Nereden nereye, şimdi bakıyorsunuz, başkanlık sisteminden öncesine kıyasla Millî Güvenlik Kurulu (MGK)’nun Türkiye Cumhuriyeti (TC)’nin hak, alaka ve menfaatlerinin ne kadar çok genişlediği açıkça görülmektedir. Kuşkusuz bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış zeminde uluslararası haklarının koruyucusu ve kollayıcısı Türk Silahlı Kuvvetlerinin kara, deniz, hava sınırları, TC’nin sınırları dışındaki ilgi alanları ile çıkarlarına doğru yönlendirilmesi içeride de o nispette huzur ve sükûnete olumlu yönde etki ettiğinin çarpıcı bir sonucudur. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, pasif yangını söndüren itfaiyeci yaklaşımından, önce ‘Önleyici Taarruz’(Preventive Strike) konseptine; kısa bir süre sonra da ‘Saldırıda Ön Alma’ (Pre-emptive Strike) aktif açılımına geçiş göstermiştir. Bu durum, bütün prangalarından kurtulmuş, Ankara merkezli politikaların önünü de açmıştır. Hesap veren, izin alan bir Ankara gitmiş yerine gelecekte Ankara politikalarının neler olabileceği ve de özellikle MGK kararları beklenir hale gelmiştir. Sizler de görüyorsunuz ve izliyorsunuz. Şimdi, durup bana sorabilirsiniz ‘Bütün bunlar ‘5 küçük madde’ de mi? Oluyor diye. Evet 5 küçük maddede. 28 Ocak 2021 tarihinde Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan 2021 yılının ilk MGK bildirisine bakıldığında alanının ne kadar genişlediğini görüyor, ‘işte olması gereken bu diyorsunuz’ içtenlikle. 2021'in ilk MGK Bildirisindeki bu beş küçük madde kapsam bakımından iç ve dış güvenlikten meydana gelen Millî Güvenlik’in ileriden savunmayla dışa doğru dış bükey bir konuma gelmiş olduğunu göstermektedir. Eskiden yayımlanan bildiriler sayfalarca sürer, gazetelerin 8 sütununu kapsardı. Şimdi ise, bundan özellikle uzaklaşıldığı ve de kamuoyunun muhatap aradığı muğlak sözcüklerden de kaçınıldığı bütün çıplaklığıyla ortadadır. Bu ülkede neler görüldü neler? Millî Güvenlik Kurulu toplantısına giren bakanlar çıktıktan sonra, ‘onun muhatabı ben değilim’i bile dillendirdikleri görülmedi mi? Kuşkusuz bütün bunlar yaşandı. Bu neden kaynaklanıyordu, biliyor musunuz? Sevgili okurlar. Hemen yanıtlayalım. Öncelikle birincisi, vesayetin örtülü desteğinde bulunan MGK ve de doğrudan hükümet tarafından yayınlanan bildirilerle iktidarın vesayete karşı kendini koruma refleksi olarak görülmesiydi. Güya halkla ilişkiler disiplinine göre kamuoyu bilgilendirilmesiydi ama dikkatli gözler baktığında MGK içerisinde bir konsensüsün olmadığı anlaşılırdı. Malum, MGK toplantısında alınan kararlar tavsiye kararıydı, Bakanlar Kurulu tarafından öncelikle uygulanılması istenirdi ama ne kadar uygulanabilirliği tartışmalıydı. İkincisi ise bir anlamda kamuoyuna hesap verilirdi ama hemen arkasından vesayetin mi, siyasetin mi haklılığı tartışılırdı. Şimdi bunun kalkmış olduğu gözlemlenmektedir. Şu anda beka için Türkiye Cumhuriyeti’nin Ankara merkezli duruşunun, ‘Kırmızı Kitap'ın, diğer bir deyişle ‘Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nin, ‘Millî Askeri Stratejik Konsept’in ne kadar önemli olduğu daha bir görünür hale gelmiştir.
‘Kırmızı Kitap’ denildiğinde Merhum Esat Uras’ı anımsamamak olmaz. Çünkü bizim ilk Kırmızı Kitabımızı o yazmıştı. Bizim maalesef kırmızıdan vaz geçişimiz 1952 yılında NATO’ya girişimizle olmuştur. Bir anda kırmızı saldırgan, mütecaviz ve de düşman kisvesine büründürülmüştür. Bu tuhaflığı ilk hisseden Kore Tugayımız olmuştu. Bütün taktik işaretlerimiz, savunma tertipleri, tahkimatlar ve ileri taarruzî harekatımız kırmızı renklerle gösterilirdi, NATO’ya girişimize kadar. Kuşkusuz, bayrağımızın rengi, şehitlerimizin kanı al renkteydi, kırmızıydı. Bu bir anayasal vatandaşlık kimlikleşmesinin de belirtisiydi. İleri hatları göstermek için kullanılan Türk Bayrağı Vietkong’la Kızıl Çin’le karıştırılmış, bu da zayiat verilmesine yol açmıştı, Kore’de. Renk olarak dost müttefik rengi maviydi. Türklüğün ulusal rengi turkuaz mavisiydi ama kırmızı bir anlamda bizim ulusal rengimizdi. Şimdilerde de AB’den mülhem plakaların nasıl maviden kırmızı renge boyandığını görmüş olmalısınız, park etmiş araçların aralarında dolaşırken. 1950’lere damgasını vuran acımasız McCarthycilik devrinde ‘Kıpkızıl Komünist’ lafı birisine yapılan hakareti bile katmerleştiriyordu. Kırmızıdan maviye geçmek, ABD’deki kırmızı renge bürünmüş Cumhuriyetçilikten, mavi renkli Demokratlığa geçmekten çok zor bir işlemdi. Hâlâ da bu durum millet nezdinde kabul görmüş değildir.
Esat Uras, II. Abdülhamit’in yetiştirilmesine ön ayak olduğu ‘Teşkilat-ı Mahsusa’nın önde gelen adamıydı. Hani zaman zaman yanlış bir şekilde ortaya konulan İttihat ve Terakki’nin yarı askeri paramiliter kuruluşu diye özdeşleştirilen Teşkilat-ı Mahsusa, II. Abdülhamit’in örgütlediği bir devlet istihbarat teşkilatıydı. Hem istihbarat ve istihbarata karşı koyma hem de propaganda dahil psikolojik harekât faaliyetlerini yapabilecek tarzda örgütlendirilmişti. Ama gelin görün ki, değerini düşürmek için zaman zaman “Hafiye Teşkilatı” da denir ya, neyse buralara girmeyelim. Öncelikle ve önemle söyleyelim, batıdaki benzerleri kadar etken ve etkin bir kuruluştu, Teşkilat-ı Mahsusa. Teşkilat, kariyer sistemi, liyakat üzerine kurulmuştu. Teşkilat-ı Mahsusa adının konulmasında Özel Kuvvetler (Special Forces)’den esinlenilmişti. Şimdiye kadar Türk akademisyen, yazarlarca yazılan tüm Ermeni kitapları arasında özgünlükte birinci idi ‘Esat Uras’. İki binli yılların başlarında, XVI. Dönem Parlamento Tarihi kitabını yazarken TBMM Kütüphanesine armağan ettiği ender bulunabilecek eserleri gördüğümde inanın şaşırmıştım, öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki, onun düzeyini yakalamak neredeyse olanaksızdı. Öylesine etkin yetiştirilmişti ki, bırakın sadece Batı, Doğu Ermenice’sini, Ermeni Katagikosluğunun en üst makamı olan Erivan’daki Eçmiyazin Kilisesinin dili olan ‘Grabar’ dilini de biliyordu. Esat Uras, Mülkiye’de öğrenciyken ve İzmit’te Maiyet memuru olarak bulunduğu sıralarda Padişah II. Abdülhamid’in özel desteği ile İngilizce öğretmeni olan bir Ermeni’den aynı zamanda özel Ermenice dersleri almış, çağdaş ve klasik Ermeniceyi iyi derecede öğrenmişti. Buna ilâveten Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca ve Rumca da öğrenmişti. Eski insanlar çok çalışkandılar, o günkü iletişim olanaksızlıklarına karşın dil öğrenmeye çok yatkındılar. Uras, 1908 yılında Van-Gevaş kaymakamlığına tayin edildiğinde, o sırada Akdamar Kilisesindeki Ermeni yazmalarını okumuş ve Ermeni neşriyatıyla yakından ilgilenmişti. İngilizlerin istihbaratçı Prof. Dr. Arnold Joseph Toynbee tarafından “Türk düşmanlığı” üzerine kurgulanan bir Ermeni Propaganda Klasiği: “Mavi Kitap (Blue Book)”’na karşı, 1916 yılında ilk ‘Kırmızı Kitap’ını yazmıştı. Birebir Osmanlı Devletini ve Ermeni çetelerince mezalime uğrayan Türk Halkını savunmuştu. Osmanlı İçişleri Bakanlığınca bastırılmış olan ‘Ermeni Komitelerinin Âmâl (Emelleri) ve Harekât-ı İhtilâliyesi’ adlı ünlü belgeler kitabıyla yanıtlamıştı, Esat Uras. Avrupa’ya gittiği sırada İsviçre’deki Ermeni komitecilerine kendisini bir Ermeni olarak tanıtan Uras, onların gizli neşriyatını ve nizamnamelerini de elde etmiş, 280 kadar nadir Ermenice eser, vesika ve neşriyatı tedarikle 1950 yılında bunları TBMM Kütüphanesine armağan etmiştir. (1)
Şimdi gelelim, yayımlanan 2021'in İlk MGK Bildirisinin irdelenmesine. Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde yapılan MGK toplantısı 4,5 saat sürmüş ve toplantı sonrasında açıklanan MGK Bildirisi'nde, bence en dikkate çeken husus, Türkiye'nin Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs'ta uluslararası hukuk ve antlaşmalardan kaynaklanan hak, alaka ve çıkarların korunması konusunda kararlı olduğu büyük harflerle ifade edilmiş olmasıdır. Türkiye'nin Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs meselelerinin çözümünde her platformda öncelikle diplomasi ve diyalogdan yana olduğu çağrısı ön koşulsuz görüşmelerin de çıkış noktasını oluşturmaktadır. (2) Bildiri içeriğine girmemekle birlikte zımnen ifade edilmese de KKTC’de Maraş’ın açılması kararının hem Türkiye hem de KKTC tarafından içselleştirilmiş olduğu açık seçik görülebilmektedir.
Başta Fransa ve Yunanistan olmak üzere AB ve NATO şemsiyesi altına çekilmeye çalışılan sözde krizlerin ve ABD ile Suriye'de yaşanan PYD/YPG kırılmasının izleri ve bu konulardaki Türk kamuoyunun ciddi güvensizliğine karşı başta dış tehdit olmak üzere iç tehdit değerlendirilmesinin yapılmış olması en yüksek mertebeden ifade edilmiştir. Millî güvenlik açısından önem arz eden iç ve dış meseleler çerçevesinde 2020 yılında dünyada ve bölgede yaşanan siyasi, askerî, ekonomik ve sosyal gelişmelerin ülkemiz üzerindeki etkileri etraflıca değerlendirilmiş; 2021 yılında meydana gelmesi muhtemel gelişmeler ve bunlara karşı alınabilecek tedbirler müzakere edilmiştir. Bu durum son derece önemlidir.
Ankara merkezli alınan kararlar ile kimselerden hiçbir icazet alınmaksızın, uluslararası hukuk zemininde PKK/KCK-PYD/YPG, FETÖ ve DEAŞ terör örgütleri başta olmak üzere, millî birlik ve beraberliğimiz ile bekamıza yönelik her türlü tehdit ve tehlikeye karşı yurt içinde ve yurt dışında azim, kararlılık ve başarıyla icra edilen operasyonlar hakkında ilgili ve yetkili makamlar tarafından kurula bilgi sunulmuştur. Dikkat edilecek olursa ayrım gözetmeksizin bölgede başlıca istikrarsızlık kaynağı olan terör örgütlerinin, Irak ve Suriye topraklarındaki varlığının sona erdirilmesi kapsamında atılan adımlar ele alınmış; meseleye müdahil olan uluslararası tüm aktörler, üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye davet edilmiştir. Bu konuda açıkça belirtilmemekle birlikte Astana, Soçi yanında Cenevre sürecinin de işlevselliği tüm aktörler olarak tekrardan dile getirilmiş olması uluslararası tüm aktörlere önemli bir çağrı niteliğindedir. Öyle anlaşılmaktadır ki, bu konularda sunulan karar teklifleri ve önermeleri doğrudan karar haline getirilmiştir.
2021'in ilk MGK Bildirisinin beşinci maddesi Somali özelinde doğrudan Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika açılım politikası ile almış olduğu sorumluluk üzerine odaklanmıştır. Anımsanılacağı üzere, Somali on yıllar boyunca açlık ve sefaletle boğuşurken, 18 Ağustos 2011 tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın sanatçılar, siyasetçiler ve yardım kuruluşlarıyla başkent Mogadişu'ya düzenlediği ziyaret, ülkenin kalkınması ve Türkiye'nin de Afrika'da atacağı adımlar açısından en önemli gelişmelerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Bu ziyaretin bir başka ayırt edici özelliği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Eş Şebab örgütünün faal olduğu başkenti, Afrika dışından son 20 yıl içinde ziyaret eden ilk lider olmasıdır. Bu ziyaret ve ulaştırılan insani yardımlar Türkiye'nin ülkede ve kıtada daha belirgin ve etkili bir aktör olmak istediğinin de göstergesi olmuştur. Mogadişu Havalimanının Türk şirketler tarafından işletmeciliğine ilaveten Somali'de şimdi Türkiye'nin büyük bir askeri üssü ve hastanesi bulunmaktadır. Afrika Boynuzu ile başlayan insani yardım hareketini kıta genelinde önce ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi daha sonra da jeopolitik açıdan birliktelik gösterileri izlemiştir. Batılı gözlemciler Osmanlı Devleti’nin ardılı olan Türkiye Cumhuriyeti'nin kıtadaki varlığını "Yeni Osmanlıcı Siyasetin Parçası" olarak görürlerken, Türkiye ise ısrarla "Afrika halkının yanında, eski sömürgeci anlayışa karşı yerel halkın yanında yer alan bir siyaset izlediğini" vurgulamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti başta istikrar olmak üzere Afrika’daki yayılmacı güçlerin eski koloni ülkelerinin huzur ve sükunete kavuşmaları için büyük çaba sarf etmektedir. Somali başta olmak üzere Afrika'da ve değişik coğrafyalardaki pek çok ülkede yükselişe geçen terör ve şiddet olayları uluslararası camia tarafından kınanması Türkiye’nin en büyük arzu ve dileği olduğu bildirinin beşinci maddesinde büyük harflerle ifade edilmiştir. Sadece bu istem ve dileğin yerine getirilmesi karşılığında Türkiye Cumhuriyeti barış, istikrar ve refahın tesisi hususunda üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye devam edeceği belirtilmiştir. Unutulmamalıdır ki, Osmanlı Devleti’nin ardılı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika’daki ülkeler ile ekonomik ve diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi bu ülkelerin huzur ve refaha kavuşturulmasıdır, jeopolitik menfaatler kapsamında bir nüfuz arayışı değildir. Türkiye Cumhuriyeti, eski sömürgeci anlayışa Afrika halkının yanında işbirlikçilerin dışında salt yerel halkın yanında yer alan bir açılımdır, sevgili okurlar.
Dipnotlar:
(1) Yunus Zeyrek, “Esat Uras ve Ölümsüz Eseri Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi” Yeni Türkiye Dergisi, Sa. 60, Ankara 2014, s.143 http://www.ahiska.org.tr/wp-content/uploads/007-Yunus-Zeyrek1.pdf/ Erişim Tarihi 21.01.2021
(2) https://www.mgk.gov.tr/index.php/28-ocak-2021-tarihli-toplanti/ Erişim Tarihi 21.01.2021
(3) Çağıl Kasapoğlu, “Türkiye'nin Afrika politikası: Açılımdan 'nüfuz arayışına'”, BBC Türkçe, 8 Ekim 2020 https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-54453903/ErişimTarihi 21.01.2021
Telefon: 0532 268 05 48
E-Mail: info@kilithaber.com