Bazen koskoca bir toplumun içinden geçen duyguları bir kişi ifade eder. İşte Mehmet Akif Ersoy, o kişi. Türk ulusunun bugünlere gelişini, yaşarken aldığı yaraları, hislerini, ne varsa işte hepsini ulusuna İstiklal Marşı ile hediye etti.
O da her edebiyatçı gibi inandıklarının peşinden gitti. Kimine göre yolu doğruydu, kimine göre yoldan şaşıyordu. Ancak nihayetinde o, yetenekli bir şair, yazar ve çok yönlü bir insandı. Bugün ise aramızdan fiziksel olarak ayrılışının 82. Yılı; ama bir yandan da sonsuza dek bizimle…
Ruhun şad olsun Mehmet Akif Ersoy…
Mehmet, 20 Aralık 1873’te, İstanbul, Fatih’te, Karagümrük semtinin Sarıgüzel mahallesinde, Emine Şerife Hanım ve İpekli Tahir Efendi’nin oğulları olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona, “Mehmed Ragıf” adını verdi. Bir de “Nuriye” adında kız kardeşi doğacaktı. “Ragıf” adını doğum tarihini belirttiğinden babası vermişti ve babası vefat edene kadar da bu adı kullandı. Ancak çok yaygın bir isim değildi. Zamanla ailesi ve arkadaşları, onu, “Akif” diye çağırmaya başladı. Zamanla “Mehmet Akif” oldu.
İstanbul’da doğmuştu, ancak nüfusa doğum yeri Çanakkale Bayramiç yazılmıştı. Çünkü Mehmet’in doğumundan sonra Tahir Efendi, burada imamlık yapmıştı. Nüfusa da burada kaydedildi. İlk çocukluk zamanlarını burada geçirse de, çocukluğunun büyük bir kısmı annesi Emine Şerife Hanım’ın Fatih, Sarıgüzel’deki evinde geçti.
Annesi Emine Şerife Hanım, Buhara’dan Anadolu’ya göç eden bir ailenin kızıydı. Babası Tahir Efendi de Kosova’nın İpek Kenti’nde doğmuştu. Bu sebepten İpekli Tahir Efendi diye anılıyordu. Kendisi Fatih Camii Medrese hocalarındandı.
Mehmet, aslında bir Arnavut olduğunu ise, 6 Mart 1913’te yazacağı şiirinde söyleyecekti. Şöyle başlıyordu şiiri: “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk”. Bu şiirinde kavmiyetçiliği eleştiriyordu. Kendini tanıttığı kısım ise sonundaydı ve şöyle diyordu:
“Bunu benden duyunuz,
Ben ki,
Evet, Arnavut’um…
Başka bir şey diyemem…
İşte perişan yurdum…”
Mehmet, bir gün çok yönlü, başarılı, büyük ve sonsuz bir adam olacağından habersiz, zamanının adeti gereği, 4 yıl 4 ay ve 4 günlük bir çocukken başladı eğitim hayatına. İlköğretime Fatih’teki Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde başladı. 3 yıl sonra da, iptidai, yani ilkokul bölümüne geçti. Bu sırada babasından da Arapça öğrenmeye başladı. Daha sonra Fransızca ve Farsça da öğrenecek; ama en önemlisi Türkçenin lehçe kullanımlarını çok iyi yapacaktı. Öğretmene duyulan yakınlık ve sevgi, ileriki yaşamımızda pek çok şeyi etkiliyor, şekillendiriyordu kuşkusuz. Mehmet’in bu okulda özellikle etkilendiği öğretmenlerinden “Hersekli Hoca Kadri Efendi” de dönemin hürriyetperver aydınlarındandı ve onun Türkçe Öğretmeniydi…
Rüştiyeyi, yani ortaokulu da bitirmişti. Annesi, oğlunun medrese eğitimi almasını istiyordu. Ancak bu kez babasının desteği devreye girdi ve Mehmet, 1885’te, dönemin en gözde okullarından biri olan “Mülkiye İdadisi”ne kaydoldu.
Tabii hayat öyle hep tozpembe devam etmiyordu. 1888’de, babasını kaybetti; 14’ündeydi. Okulun en yüksek kısmındaydı ve oldukça da başarılıydı. Ancak bir sonraki yıl da yaşanan büyük Fatih yangınında evleri yandı. Bu kez de yoksulluk baş göstermişti. Babası Tahir Efendi’nin öğrencilerinden Mustafa Sıtkı, yok olan evlerinin yerine küçük bir ev yaptı. Ailecek bu eve yerleştiler.
Ev sorunu çözülmüştü, ancak yine de yoksulluk sorunu yerli yerinde duruyordu. Mehmet bir an önce meslek sahibi olmanın derdine düşmüştü. Artık yatılı okulda okumak istiyordu. Mülkiye İdadisi’nden ayrıldı ve yeni açılan dört yıllık ilk sivil Veteriner Yüksekokulu, “Ziraat ve Baytar Mektebi”ne gitti.
Mehmet’in hayatının gidişatını ilgi duyduğu öğretmenler belirliyordu adeta. Burada da Bakteriyoloji Öğretmeni Rıfat Hüsamettin Paşa, özellikle pozitif bilimi sevdirmişti. 1893’te okuldan birincilikle mezun oldu.
Sonunda sabırsızlıkla beklediği o gün gelmişti; Mehmet artık meslek sahibiydi. Mezuniyetini alır almaz Ziraat Bakanlığı’nda memuriyeti, 4 yıl devam edeceği Veteriner Müfettiş Yardımcılığı ile başladı ve 1893’te başlayan memuriyeti 1913’e dek sürdü. 750 kuruş maaşla başlamıştı.
Bu iş, ona seyahat imkanı da sunmuştu. Her ne kadar görev merkezi İstanbul olsa da, ilk 4 yıl boyunca teftiş için Rumeli, Anadolu, Arabistan ve Arnavutluk’ta da bulundu. Hatta bir seyahati sırasında da İpek Kasabasına gitti ve amcalarıyla tanıştı.
Mezuniyetinden sonra iş hayatına atılmıştı, evet; ancak bir yandan da ilk iş Fransızcasını geliştirdi. İlerleyen 6 aylık süreçte Kur’an’ı ezberledi ve Hafız oldu.
Okul yıllarında spor en büyük hobisi olmuştu. Özellikle mahalleden arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan’dan güreş dersleri aldı. Başta güreş, sonra da yüzücülük en özel ilgi alanlarından olmuştu. Ayrıca koşu, uzun yürüyüşler ve gülle atma yarışlarına da katıldı. Müsabakalarda da oldukça başarılıydı. Tüm bunların yanında veterinerliğin son 2 senesinde yoğunlaştığı bir özel ilgi alanı daha geliştirdi ki, aslında bir bakıma tüm hayatını bunun üzerine kuracaktı: Şiir!
Okul sıralarında başlayan şiir ilgisi zamanla ciddi çalışmalara da dönüştü. 183 ve 1894’te “Hazine-i Fünun Dergisi”nde birer gazeli yayımlandı. 1895’te de “Kur’an’a Hitab” adını verdiği şiiri, ki bu ilkti, Mektep Mecmuası’nda yayımlandı.
Memuriyetinin yanında edebiyata olan ilgisini şiir yazmaya, yayımlamaya ve Edebiyat Öğretmenliği yaparak ilerletti. Servet-i Fünun Dergisi’nde, Resmi Gazete'de şiir ve yazıları yayımlandı. 1906’da Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’nde “Kitabet-i Resmiye” (kompozisyon), 1907’de de Çiftçilik Makinist Mektebi’nde Türkçe dersleri verdi.
Mehmet’in hayatında her şey muntazam bir düzende ilerliyordu. Bu düzene bir de evlilik dahil etti. 1898’de, Tophane-i Amire Veznedarı Mehmet Emin Bey’in kızı İsmet Hanım ile evlendi. Bu evlilik çifte “Cemile, Feride, Suadi, Emin” ve “Tahir” adını verdikleri beş çocuk getirdi.
Mehmet, belki babasını çok erken kaybetmesinden sebep çocuklarına karşı hep şefkat dolu oldu. Evde bulunduğu zaman dilimlerini hep çocuklarının eğitimine ayırdı. Hepsi de çift dil konuşuyordu. Kızı Suadi’nin resme olan yatkınlığını fark etmiş, en iyi öğretmenlerden ders aldırmıştı. Cemile ve Feride de İngilizce çeviriler yapacaktı.
1908’de II. Meşrutiyetin ilan edildiğinde Mehmet Akif, Umur-ı Baytar-iye Dairesi’nde Müdür Yardımcısıydı. II. Abdülhamid’in rejimine şiddetle karşı çıkıyordu. Bu dönem yazılarında kendini bariz bir şekilde belli edecekti. Hatta meşrutiyetin ilanından 10 gün sonra Rasathane Müdürü olan arkadaşı Fatin Hoca’nın da yönlendirmesiyle İttihat ve Terakki Cumhuriyeti’ne üye olan 11 arkadaşına katıldı.
Ancak burada da karşı çıktığı bir durum vardı. Yeminde geçen "Cemiyetin bütün emirlerine, bilâkayd ü şart (kayıtsız şartsız) itaat edeceğim" cümlesinden rahatsız olmuş ve "sadece iyi ve doğru olanlarına” şeklinde değiştirmişti.
Cemiyette oldukça faaldi. Şehzadebaşı İlmiye Mahfelinde Arap Edebiyatı dersleri veriyordu. 1907 Kasım’ında Müdür Yardımcılığı görevi devam ederken de Darülfünun’da Edebiyat-i Osmaniye dersleri vermeye başlamıştı.
II. Meşrutiyet, Mehmet Akif’e özellikle yayın dünyasına atılması konusunda etkili olmuştu. Arkadaşları Eşref Edip ve Ebül’ula Mardin ile 27 Ağustos 1908’de, dergileri “Sırat-ı Müstakim”in ilk sayılarını çıkardılar ve başyazarları da Mehmet Akif’ti. İlk sayıda “Fatih Camii” adını verdiği şiirini yazdı. 8 Mart 1912’de Ebül’ula Mardin dergiden ayrıldı ve sonrasında derginin adı da “Sebil-ür-Reşad” olarak değişti.
Mehmet Akif, Mısırlı Bilgin Muhammed Abduh’un etkisiyle “İslam Birliği” görüşünü benimsemişti. Şiirlerinde de İstanbul camilerinde verdiği vaazlarında da bu görüşü yaymayı amaçlıyordu.
1910’da Arnavutluk İsyanı yaşandı ve bu duruma en çok üzülenlerden biri de Mehmet Akif’ti. Çünkü olacakları tahmin edebiliyordu. Doğabilecek isyanları önlemek için neler yapabileceğini düşünüyordu ki, Balkan Savaşı elini kolunu bağladı…
Söz konusu vatan olduğunda kendine engel olamıyor, mutlaka bir şeyler yapma ihtiyacı hissediyordu. 1913’te Müdafaa-i Milliye Cemiyeti kuruldu ve Mehmet Akif, Recaizade Ekrem, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin, Abdülhak Hamid ile beraber halkı edebiyat yolunda aydınlatmak için çalıştı. 2 Şubat 1913’te Bayezid Camii, 7 Şubat’ta da Fatih Camisi kürsüsünden halka vatanı savunma çağrısı yaptı.
1914 başlarken Mısır ve Medine’yi içeren iki aylık bir seyahate çıktı. Buradan edindiklerini de “El Uksur’da” adını verdiği şiirinde anlatacaktı.
Veterinerlikte öğrenciyken başladığı şiir tutkusu, ömrünün her adımına yayıldı. 1908’den itibaren artık aruz ölçüsünü kullanıyor, manzum hikayeler yazıyordu.
“Sanat, sanat içindir” görüşünden çok uzaktı Mehmet Akif ve dini yönü ağır basan bir edebiyat tarzı benimsedi. Kendi tarzını oluşturduğunu söylemek de yanlış olmazdı. Dil olarak da özellikle “Milli Edebiyat” akımına karşıydı ve batılılaşma konusunda Tevfik Fikret ile hep bir çatışma içinde oldu.
Ulusun derdi, onun derdiydi. Bu duygu, sanki onun ruhuna doğarken üflenmişti. Hikayeleri de işte bundan mütevellit, halkın derdini anlatıyordu. Özellikle Balkan Savaşı’ndan sonra destansı şiirler yazmaya da ağırlık vermişti. “Çanakkale Şehitleri’ne” adını verdiği şiiri ise, ilk büyük destanıydı. İkincisine de “Bülbül” adını verdiği Bursa işgali üzerine yazdığı şiirdi.
Üçüncüsü ve kuşkusuz kalbimize en dokunanı ise, İstiklal Savaşı’nı özetlediği İstiklal Marşı oldu.
Balkan Savaşı, onun için büyük hayal kırıklığı olmuştu. Savaşın ardından ilk olarak 1913’te Umur-i Baytriye’deki görevinden ayrıldı. Bir yandan da hep hükümete ters düşen şeyler yazıyordu. 1914’te de Darülfünün Müderrisliği görevinden ayrıldı. Şimdi sadece Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’ndeki işine devam ediyordu.
1914’te, Harbiye Nezareti’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa’dan bir teklif aldı ve Tunuslu Şeyh Salih Şerif ile İslam Birliği kurmak isteyen Almanya’ya gittiler. Burada, İngilizlerle birlikte Almanlara karşı savaşırken esir düşen Müslümanları bulundukları kamplarda incelediler. Buradaki Müslümanlar, Osmanlı’ya karşı savaştıklarının farkında bile değillerdi; onları aydınlatmak için anlatacak çok şeyleri vardı. “Berlin Hatıraları” adını verdiği şiirini de henüz Almanya’dayken yazdı ve Şebilürreşad’da yayımladı.
Bir yandan da Fransız ordusunda bulunan Müslümanlar için yazdığı Arapça beyannameler, cephelere uçaklardan atılıyordu.
Buradaki misyonlarını tamamladıklarında İstanbul’a döndüler. Çok geçmeden 1916’da da Teşkilat-ı Mahsusa onu bu kez Arabistan’a gönderdi. Arapları, Osmanlı’ya karşı kışkırtan İngiliz propagandasını püskürtecek bir karşı propaganda yapması için buradaydı. Görevinin başındaydı; ama öylesine çok yönlü olabiliyordu ki, bir yandan da Çanakkale Savaşı’nın gidişatını heyecanla takip ediyordu. 14 aylık savaş, bizim zaferimizle sonuçlanmıştı. Arabistan topraklarında aldığı bu haber karşısında duyduğu sevinci kalemiyle paylaştı ve “Çanakkale Destanı”nı yazdı.
Arabistan’dan döndüğünde de iki ayını Lübnan’da geçirdi. Bu kısa seyahat de ona “Necid Çölleri’nden Medine’ye” adını verdiği şiirini yazdırdı. Lübnan’da yaşayan Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’dan aldığı davet ile bu ülkeye giden Mehmet Akif, burada Şeyhülislamlığa bağlı Dar-ül Hikmet-il İslamiye Cemiyeti Başkatipliği’ne atandı. Bu örgüt, Said Nursi, Ahmet Cevdet, Mustafa Sabri gibi isimler tarafından Osmanlı Devleti ve diğer İslam ülkelerinde çıkması muhtemel dini meselelerin halledilmesi ve İslam aleyhinde gerçekleşecek herhangi bir hususa cevap vermek amacıyla kurulmuştu. Bulunduğu konumun gerekli çalışmalarını yürüttüğü sırada, Mehmet Akif bir yandan da Said Halim Paşa’nın “İslamlaşmak” adlı eserini Fransızcadan, Türkçeye çevirdi…
Tam da bu sırada Anadolu toprakları işgal altındaydı. Türk halkı bu duruma Kurtuluş Savaşı’nı başlatarak cevap vermişti. Mehmet Akif de bu hareketin içinde olmalıydı. Hemen yola koyuldu; 6 Şubat 1920’de, Balıkesir’de, Zağnos Paşa Camii’nde halkı coşkuya boğacak heyecanlı bir hutbe verdi. Heyecanı, halkı da sarmıştı doğrusu. İlgiyi ve daha yapabileceklerin fark eden Mehmet Akif, hutbesini daha da geniş alanlara taşımaya, konuşmalar yapmaya devam etti. Daha sonra da İstanbul’a döndü.
Mehmet Akif heyecan ve tutkuyla çalışmalarına devam ederken, Sebilürreşad İdarehanesi, Milli Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya gidenlerle İstanbul’da bulunan yakınları arasında gizli bir haberleşme merkezi haline gelmişti. Mehmet Akif’in Kurtuluş Savaşı’nı destekliyor olması da, 1920’de, Dar’ül Hikmet’il İslamiye Cemiyeti’ndeki görevinden alınmasına sebep oldu…
Ersoy’un, İstanbul’da hareket alanı oldukça kısıtlanmıştı. Görevinden azledilmek üzereydi ve ondan az önce oğlu Emin’i de yanına alıp Anadolu’ya geçti. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa’dan, Sebil’ür-Reşad Dergisi’ni Ankara’da çıkarması için bir davet aldı. 24 Nisan 1920’de, TBMM’nin açılışının ertesi günü ulaştı Ankara’ya. Milli Mücadele’ye, şair, gazeteci, seyyah, hatip ve siyasetçi olarak katılmıştı.
467. sayıdan itibaren dergiye Ankara’da devam edildi. Etkisi o kadar büyüktü ki, Rusya, gazetenin ülkeye girişini yasaklamıştı. Çünkü yoğun duyguların hakimiyetindeki Türk halkların etkilenmesinden korkuyordu.
Mehmet Akif’in Haziran’da Burdur’dan, Temmuz’da da Biga’dan milletvekili seçildiği ilan edildi. Burdur Milletvekilliği’ni seçen Mehmet Akif, 1920-1923 yılları arasında, kayıtlarına “Burdur Milletvekili ve İslam Şairi” olarak geçtiği meclisteydi.
Akif’in fikirleri mecliste oldukça önemseniyordu. Yunanların Ankara’ya ilerleyişi mevzusunda meclisin Kayseri’ye taşınması planlanırken, bir dağılma yaşanacağı düşüncesinde olan Mehmet Akif’in, Ankara’da kalarak Sakarya’da yeni bir savunma hattı kurulması fikri kabul edildi.
İşte bu dönemde bir yandan da Ulusal Marş Yarışması söz konusuydu. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey’in ricası ile arkadaşı Hasan Basri Bey, Mehmet Akif’i de katılmaya ikna etti. 500 liralık ödül sebebiyle en başından beri yarışmaya katılmak istemeyen Akif’in en iyisini yazacağına meclisin itimadı tamdı. Zaten bir türlü yeterli bir şiir de henüz sunulmamıştı. Akif sonunda yarışmaya katılacağını duyurduğunda ise, kimileri şiirlerini yarışmadan çekti.
Akif, İstiklal Marşı’nı yazmış, orduya ithaf ve hediye etmişti; 17 Şubat’ta baş şairi olduğu Sırat-ı Müstakim’de ve Hakimiyet-i Milliye’de yayımlandı. 12 Mart 1921 Cumartesi, saat 17.45’te Hamdullah Suphi Bey’in mecliste okuduğu İstiklal Marşı, ayakta alkışlanmış ve ulusal marş kabul edilmişti.
Bu aslında onun en büyük ödülüydü; ama bir de yarışmada konmuş 500 liralık ödül vardı. Akif, bu ödülü Hilal-i Ahmer bünyesinde kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül Mesai Vakfı’na bağışladı.
(Fotoğraf Kahireden ve arkasında şöyle yazıyor: “Evvela Ferdâ Kadın’a, sonra babasına, daha sonra annesine (…) Şaban 347, Ferda Kadın’ın dedesi Miehmet Akif”)
Mehmet Akif, artık İstiklal Madalyası Ödülü’nün sahibiydi. Kuşkusuz yaptıklarıyla onur duyuyordu. 1922’de sağlık sorunları sebebiyle milletvekilliği görevinden istifa etti. Daha doğrusu 1923 Martı’nın son günlerinde bir anda ortadan kaybolan yakın arkadaşı Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in, Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Kumandanı Topal Osman’ın öldürdüğü ortaya çıkmıştı. Mehmet Akif de kendisine yaşayacak yeni bir yer bulması gerektiği kanaatine varmış ve sağlığını bahane ederek istifa etmişti.
Mısır Hıdivi Abbas Halim Paşa, bir süredir kendisini ülkesine davet ediyordu. Davete icabet etmeye karar verdi ve kışları Mısır’da geçirir oldu. 1926 kışından sonra ise, dönmeyecekti. Ancak gitmeden önce Diyanet İşleri Başkanlığı ile Kur’an-ı Kerim’in mealini hazırlamak için anlaşma imzalamıştı. Onun Kur’an çevirisi için en uygun kişi olduğu bilindiğinden zaten 1908’den beri bu konuda bir ısrar vardı. Ancak o, tercüme işine kalkışmak hiç istemiyordu. Sonunda meal yazmak konusunu kabul etmişti. Kahire yakınlarındaki Hilvan’a, özellikle 1926’dan sonra temelli yerleşmişti. Adeta inzivaya çekilmişti. Kur’an’ın meali üzerine çalışıyordu. Bir yandan da Kahire’deki “Camiat-ül Mısriyye Üniversitesi”nde 1925-1936 yılları arasında, Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi.
Bu arada en ünlü eseri Safahat de, 1924’te Türkiye’de basılmıştı.
Mehmet Akif, bu sırada ülkede Ulusal Din Projesi’nin hayata geçirileceğini öğrendi ve kendi çalışmalarının da projede kullanılacağını düşünerek anlaşmayı 1932’de feshetti. Ancak bugüne kadarki çalışmalarını da yakın dostu Yozgatlı İhsan Efendi’ye emanet etti. Ölür de geri gelmezse yakmasını vasiyet etmişti.
Bu sırada Kur’an’ın meal ve yorumlama görevi Elmalılı Hamdi Efendi’ye verildi.
Onun bu gidişi, bazı kaynaklarca, 1924 Halifeliğin Kaldırılması ve 1925 Şapka Kanunu ile ilişkilendirilerek de açıklanacaktı.
Mehmet Akif, siroz hastalığına tutulmuştu. Hava değişikliği düşüncesiyle önce Lübnan’a sonra da Antakya’ya gitti. Ancak Mısır’a döndüğünde daha da hasta hissediyordu. Topraklarına dönme ihtiyacı duyuyordu; 17 Haziran 1936’da tedavi olmak amacıyla İstanbul’a döndü.
Artık çok uzun bir zamanı kalmamıştı hayatta, 6 ay daha dayandı. İstanbul, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda 27 Aralık 1936’da hayata gözlerini kapadı. Cansız bedeni, Edirnekapı Mezarlığı’na defnedildi. Üniversiteli gençler 2 yıl sonra mezar taşını yaptırdı.
1960’ta mezarlık yol inşaatı sebebiyle Mehmet Akif’in mezarı Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi.
Cenazesi ise, hem buruk hem göz yaşartıyordu. Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Akif'in cenazesini şöyle anlatıyordu:
"Cenaze Beyazıd'dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok, cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. "Bir fukara cenazesi olmalı" dedim. O anda, Emin Efendi Lokantası'nın sahibi Mahir Usta elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç, üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım. Al sancaklı siyah Kabe örtüsüne sarılan tabut, üniversite gençlerinin bir ürperme manzarası olan elleri üzerinde gidiyordu. Cenazenin arkasında devlet adına hiç kimse yoktu. Bu mahşeri kalabalık kendi kendilerine gelenlerin saflarıydı. Sırf cenaze için gelmişlerdi ve bu şahidi olmayan güzel dostluktu".
Türk ulusuna bıraktığı sonsuz bir marş ve ders niteliğinde birçok öğüt ile bir Mehmet Akif geçti bu dünyadan…
Telefon: 0532 268 05 48
E-Mail: info@kilithaber.com