Aynen Ladino İspanyolcasında “papel” gibi, Çingene dilinde para için kullanılan sözcüklerden biridir “cukka” ve “cukkacılık”. Zengin kişiler parmakla gösterilerek "cukka sağlam" şeklinde ifade edildiğini duymuşsunuzdur. Rivayet edilir ki, Osmanlı devlet yaşamında ilk hediyelerden biri olmuştur “hindi”. Belki de Batı bugüne kadar Türkiye için hindi anlamında “Turkey”i bu nedenle benimsemiştir. Malum, Osmanlı Devleti zamanında yoksul köylüler, işlerini yaptırabilmek için en büyük hediye olarak ayakları bağlanmış birer hindi getirirlerdi, “homos memurus” taifesine. Çünkü memurun elinde ellerinde, mühr-ü şerif, mühr-ü Süleyman vardır. Halkımın indinde mühür kimdeyse Süleyman odur. Ne kadar doğru bir tespit. Yeri gelmişken söyleyelim, mühr-ü Süleyman mistik bir terimdir. Kabala’da, iki üçgenin, insanların içindeki mücadeleleri yansıttığı anlatılır: iyilik / kötülük, manevi /maddi,v.d., aslında bu Manihizm’den başka bir şey değildir. Yani düalisttik yaklaşım, düalizm. Bir başka görüşe göre, yukarı işaret eden üçgen, cennete gidecek iyi davranışlarımızı , aşağı işaret eden üçgen ise bu iyiliklerin harekete geçirip dünyaya doğruya getireceği iyilik dalgasını ifade ediyor olabilir.
Osmanlı devrindeki, bakanlıklar anlamında, nezaret, vekalet ve riyaset kısaca kamu binalarındaki masaların altından ‘cukk cukk...' hindi sesleri gelirdi, bir zamanlar. İşte bu nedenle mühürden hindi kazananlara da geleneksel bir şekilde “cukkayı götürmüş” denilirdi. Ben bayılırım bu bıçkın, bitirim edebiyatına. Biraz cıvık ve sulu olduğu zehabına kapılanlar olabilir, ama bir “cuk oturma” diye bir deyim vardır, yerine bir şey koyamazsın, bu kadar güzel anlatının yoktur başka bir seçeneği. Bu biraz da mahalle arası, mahalle literatürüdür. Bana göre bu tabir uluslararası ilişkiler kuramlarında bile kendine yer bulmuştur. Şimdi sorarım size ABD bir taşla kaç kuş avladı, dersiniz, bu Ukrayna meselesinde. Bana göre çok. Malum biliyorsunuz, Putin doğrudan Ukrayna’ya meydan okumamış, hatta muhatap bile almamıştır. Muhatabı doğrudan doğruya ABD olmuştur. Gerek RF’nin gerekse ÇHC'nin Batı ve ABD’ye karşı politikasında sadece, Ukrayna, Kafkasya, Keşmir, Doğu Türkistan ve Tayvan etmeni değil Pasifik ve Asya bölgesinde kurulan ABD, İngiltere ve Avustralya’nın Askeri İttifakı (AUKUS) ile ilgilidir. AUKUS bir askeri ittifak antlaşması olduğu kadar, bir “Nükleer Denizaltı Paktı”dır. Başta Pasifik olmak üzere yerküredeki dengeler ve meydan okumak suretiyle “Nükleer Misilleme” Fransa’yı Fransız yapan bu antlaşma normal nükleer silah politikasını da etkilemiştir. ABD-İngiltere-Avustralya arasındaki yeni güvenlik anlaşması ile 'sırtından bıçaklandığını iddia eden' Fransa, ABD Başkanı Biden'a da Trump yakıştırması yapmıştır. Neden? Avustralya Fransa ile 2016'da imzalanan bir anlaşma ile 50 milyar Avustralya doları karşılığında 12 denizaltı yapılmasından caymıştır. (1) Yani, Fransa bu paradan olmuştur. Doğrusu bilinen bir gerçektir ki, Fransa, Ukrayna Savaşı'nda Rusya’nın yanında olup olmama konusunda kararsızdır. ABD'ye karşı ve Fransız TOTAL in Rusya'daki yatırımlarına istinaden Putin'in yanında olmak onun için bir seçenektir, söylemleri ile bitkisel yaşama terk ettiği NATO üyesi olarak ise karşısında yer almak istemiştir. Ne kadar çelişkili ve absürt bir durum. Putin Macron’un bu iki yüzlülüğü görerek bu nedenle uzun tahterevalli masaya oturtmuş, ayar verip göndermiştir.
Bana göre kan ve gözyaşının egemen olduğu savaş başlamazdı bile, ABD RF cesaretlendirmeseydi. Savaşı önlemek Biden’ın iki dudağının arasındaydı. Biden’ın ABD'nin, RF'nun karşı çıktığını, Ukrayna’yı NATO’ya almayacağız demesi bile yeterliydi, Rusya sakinleşirdi. Ama, demedi. Demediği gibi RF’nını, Kırım’ın ilhakından bu yana cesaretlendirdi, cesaretlendirmeye de devam etti. Savaşla birlikte Ukrayna yanmaya ve yıkılmaya, kadınlar ve çocuklar ölmeye devam etti, ediyor, RF Ukrayna'yı işgal etse de etmese de ABD için artık önemli değil... Maalesef, Ukrayna halkı ilahlara kurban edildi. ABD istediğini aldı. RF-AB yakınlaşması önlendi. Dost ve kardeş Ukrayna ve Rus halkı ile RF-AB arasında yıllar sürecek nifak ve nefret tohumları ekildi. ABD kendi güdümündeki NATO’yu pekiştirdi, sağlamlaştırdı, konsolide etti. Avrupa Güvenlik Savunma Kimliği ve Mimarisi kapsamında ve AB'nin PESCO (Daimî Yapılandırılmış İşbirliği) kapsamında ordu kurması engellendi. AB, ABD’den silah, araç, gereç ve donanım almasına mecbur bırakıldı. Petro-dolar yeniden güç kazanmaya başladı. Euro-ABD doları karşısında erimeye başladı. RF na SWIFT uygulanırken petrol ve gazı iki katı fiyata satılmaya başlandı. NATO fonlarını ödemede bile tereddüt gösteren AB’ye karşı pamuk eller cebe siyasetini tüm mahfillerde kabul ettirildi. Mao Çetung’un deyimiyle “Kâğıttan Kaplan” ABD, bütün bunların hepsini tek kurşun atmadan bitirdi, yapmaya da devam ediyor.
Gelelim Türkiye’ye. Savunmasını yerli ve millileştirdikten sonra Türkiye bölgesel bir güç olmaya doğru evrilmiştir. Bununla birlikte bölgesel bir güç olarak Türkiye kendisine yeni bir misyon da çizmiştir. Bana göre, son derece doğru bir yaklaşım. Barışı sağlamak için varıyla yoğuyla çalışmak ve çabalamak. 1945 Yalta Konferansından bu yana, güçlünün yanında değil haklının mazlumun yanında olmayı behemahal benimsemiştir. Buna söyleyecek bir lafımız olabilir mi? Hiçbir lafımız ve lafzımız olamaz. Lafz sözcüğü, hani şimdilerde söylediğimiz gibi, ağızdan çıkan anlamlı ya da mânasız söz, demektir. Türkiye’nin şimdilerde soyunduğu, Antalya Demokrasi Forumuyla çitayı yükselttiği düşünce ve fikir şöleni. Kuşkusuz güzel, ılımlaştırıcılık, arabuluculuk iyi de daha ilerisi biraz “flu”, grimsi, hatta karanlık gibime geliyor. Ne dersiniz? Savaşa doğrudan bulaşmak bence ülkenin geleceğini riske atmakla eşdeğer. Gibi, gibime geliyor. Atılacak adımlar, açılacak yeni gailelerin başlangıcı Türk askerinin kanı. Bir kere girdin mi, uyuşturucu müptelalığı gibi, kesip de atamazsın. Bu nedenle atacağın adımların sonunu da iyi düşünmek gerekiyor. Bunu niçin söylüyorum. Ukrayna’nın bugünkü durumu İkinci Dünya Savaşından sonra Rusya’nın 10 yıllık işgalinin sona erdiği 1955’deki Avusturya Devlet Antlaşmasına benzediğinden, birbirleriyle örtüştüğünden sevgili okurlar.
Malum, Birinci Dünya Savaşı diğer adıyla “Büyük Savaş” imparatorlukları bitirmişti, güneş batmayan ülke konumundaki Büyük Britanya İmparatorluğu hariç. Alman, Avusturya-Macaristan İmparatorlukları ile Osmanlı Devleti’nin fişi çekilmişti. Tabii bu arada hanedanları da bitirmişti, Alman Hohenzollern, Avusturya Habsburg ve Ehl-i Osman aileleri siyaset sahnesinden zorunlu olarak çekilmişlerdi. Bu arada söyleyelim, 1917’de ünlü Romanof sülalesi de tarihe karışmıştı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun siyasî çatısı içerisinde yer alan Çekler ve Sırp-Hırvat-Slovenler’in 1918’de bağımsızlık hareketlerini başlatmalarına ülkenin içinde bulunduğu ekonomik zorluklar da eklenince imparatorluk sarsılmaya başlamıştı. 21 Kasım 1916 tarihinde ölen İmparator II. Joseph’in yerine geçen Karl, bağımsızlık istemlerini federal bir sistemin kurulacağı vaadiyle yatıştırmaya çalışmış, ancak bunun hiçbir yararı olmamıştır. 18 Ekim 1918 tarihinde Paris’te Çekler tarafından kurulan geçici hükümetin Çekoslovakya’nın bağımsızlığını ilân etmesinin ardından Macarlar da 24 Ekim’de bağımsız bir devlet kurduklarını açıklamışlardır. Ulus-devletlerin önünde hiçbir gücün durulamayacağı görülmüştü. Böylece dağılma sürecine giren imparatorluğun savaşa devamı olanaksız hale gelmiş ve bırakışmadan, ateşkes ’ten, mütarekeden başka çare kalmamıştı. Bunun üzerine İmparator Karl’ın 3 Kasım 1918 tarihinde İtalyanlarla Villa Gusti’de mütareke imzalaması imparatorluğun parçalanmasını daha da hızlandırmıştır. 29 Ekim’de Prag’da Çekoslovakya’nın, Zagreb’de de Sırp-Hırvat-Sloven (Yugoslavya) Devleti’nin kurulduğunun ilân edilmesi üzerine Avusturya Almanları da 30 Ekim’de Avusturya Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. (2) Günümüzdeki Avusturya’nın kurucu unsuru, millet-i hâkîmesi (core-state) Almanlar olmuştur. Ardından Kasım ayında Macaristan Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilân edilince İmparator Karl tahtsız kalmıştır. İmparatorun 18 Kasım’da devlet işlerinden çekildiğini açıklamasıyla imparatorlukla birlikte hânedan da tarihe karışmıştır. Büyük Savaştan sonra Avusturya müttefiklerle 10 Eylül 1919 tarihinde Saint-Germain Barış Antlaşması’nı imzalamıştır. Bu antlaşmaya göre Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya ve Yugoslavya’nın bağımsızlığını tanımış, Milletler Cemiyeti’nin onayı alınmadan Almanya ile birleşmemeyi, zorunlu askerlik hizmeti kaldırılmasını ve ordu 30.000 kişi ile sınırlandırmayı kabul etmiştir. Almanya’da Hitler iktidara geldikten sonra barışçı yollarla Avusturya’nın ilhakını gerçekleştirmek için baskıya yönelmiş ve Avusturya Şansölyesi K. Schuschnigg’i ülkesine davet ederek kendisine yedi maddelik bir ültimatom vermiştir. Avusturya şansölyesi çaresizlik içinde, Hitler’in, Avusturya Nazilerinin lideri Seyss-Inquart’in İçişleri bakanlığına getirilmesi isteğini kabul etmek zorunda kalmıştır. Schuschnigg’in, ülkesine dönünce halkın ilhakı isteyip istemediğini belirlemek için 13 Mart 1938 tarihinde plebisit yapılacağını açıklaması Hitler’i askerî müdahaleye yöneltmiş ve 11 Mart günü Hitler bir nota ile şansölyenin çekilmesini ve yerine Seyss-Inquart’in tayin edilmesini istemiştir. Schuschnigg çaresizlik içinde Hitler’in isteğine boyun eğmiş ve Cumhurbaşkanı Wilhelm Miklas da Seyss-Inquart’i şansölyeliğe tayin etmiştir. Tabii bu arada söyleyelim, Alman orduları da bu sırada Avusturya sınırını geçerek ülkeyi işgal etmiştir. 12 Mart günü Avusturya Alman işgali altına girmiş ve bundan böyle Almanya’nın (III. Reich) Ostmark adıyla yeni bir eyaleti haline getirilmiştir. 1938’den 1945’e kadar Almanya’nın işgali altında kalan Avusturya’da Sovyet ordularının Nisan 1945 tarihinde Viyana’ya girmesinden sonra 27 Nisan 1945 tarihinde yeniden cumhuriyet kurulmuş ve siyasî partilerin teşkilatlanmasına da izin verilmiştir. 1945’ten 1955’e kadar müttefik devletlerin (Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa) denetiminde kalan Avusturya’nın siyasî hayatına Sosyalist Parti (Sosyalistische Partei Österreichs) ile Halk Partisi (Österreiche Volkspartei) egemen olmuştur. Buna bir nevi düalist bir sistem de denilenebilir. 1946-1952 yılları arasında ülkede ekonomik kriz yaşanması sonra ağır sanayi ve bankacılık sektörleri millîleştirilmiştir. Kalkınma böyle bir şey, millileşme olmadan kalkınma olmuyor. ABD’nin yürürlüğe koyduğu Marshall Planı ve Birleşmiş Milletler Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi’nden (UNRRA) yardım alan Avusturya kalkınma hamlelerini gerçekleştirmeye başlamıştır. 1953’ten sonra şansölye J. Raab’ın uyguladığı piyasa ekonomisi sayesinde ekonomi düzelme yoluna girmiş ve büyük bir kalkınma hamlesi gerçekleştirilmiştir. 15 Mayıs 1955 tarihinde Viyana’da İkinci Dünya Savaşının galibi dört müttefik devletle imzalanan Devlet Antlaşması (Staatsvertrag) ile Avusturya dış politikasında sürekli tarafsızlık çizgisinde doğu ve batı blokları arasında tarafsız olarak kalması kararlaştırılmıştır. Ayrıca antlaşma Avusturya’nın herhangi bir siyasî ve askerî pakta girmesini, Almanya ile siyasî ve ekonomik birlik oluşturmasını, Habsburglar’ın geri dönüşünü ve Nazi teşkilâtlarının kurulmasını yasaklamıştır. Bu antlaşmanın imzalanmasından sonra Ekim 1955’te işgal kuvvetleri ülkeden ayrılmışlar ve sürekli tarafsızlık ilkesi anayasa hükmü haline getirilmiştir. Bunun doğal sonucu olarak Avusturya Avrupa Birliği'ne girmiş ama NATO'ya girememiştir. Neden bunu ayrıntılı bir şekilde anlattım sevgili okurlar, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in sözcüsü Dimitri Peskov da Ukrayna'nın Avusturya ve İsveç gibi tarafsız bir statüsü olabileceğini öne sürmüş olduğundan. Rusya bunu sıcak bir öneri haline getirmiştir, çünkü 1945’ten 1955’e kadar 10 yıllık bir Avusturya deneyimi vardır. 67 yıldan bu yana Avusturya tarafsız bir devlet statüsünü sürdürmüştür. Batı, bu nedenle Ukrayna için çözümde neredeyse mutabıktır. "Avusturya modeli" en iyi çözüm olarak gözükmektedir. Yani Rus ordusu çekilecek, buna karşılık Ukrayna da tarafsız kalacağını, özellikle NATO'ya girmeyeceğini taahhüt edecek. Ukrayna için de en iyi formülün bu olduğu düşünülmektedir.
Ukrayna ‘da bir aya yaklaşan savaş devam ederken, İngiliz Financial Times gazetesi, Ukrayna'nın olası bir ateşkes anlaşmasına Türkiye dahil bir dizi ülkenin garantör olarak dahil olması talebine Batı'nın “Bu bizi savaşa sokar” gerekçesiyle sıcak bakmadığını yazmıştır. (3) Bu yaklaşım doğru mu? Bence doğru. Şimdi bakalım reel-politik açıdan bu önerinin irdelenmesine. Osmanlı’dan miras Türkiye Cumhuriyeti devlet geleneğinde aldığı görevi bihakkın yerine getirmek, verdiğin sözün arkasında durmak, olmazsa olmazlardandır. Türkiye "garantör" olarak Ukrayna’da görev alınca işin boyutu birden değişmekte ve ciddileşmektedir. Türk devlet geleneği antlaşmanın uygulanmasını koruyup kollamayı görev haline getirmektedir. Diyelim ki Rusya yeniden saldırdı ya da Ukrayna, NATO'ya yamandı... Müdahale etmek zorundasın! Tıpkı Kıbrıs'ta olduğu gibi. Diğer garantörler kıllarını kıpırdatmasalar bile İngiltere'nin Kıbrıs'ta yaptığı gibi sen sessiz kalamazsın. (4)
Evet tam da durum bu, işte dananın kuyruğunun koptuğu, zurnanın zırt ettiği yer tam da burası. Bu işin en önemli, en özen isteyen, en can alıcı yeri tam burası, sevgili okurlar. Financial Times'tan aktarıldığına göre Ukrayna, ateşkes için BM Güvenlik Konseyi daimî üyeleri Rusya, ABD, İngiltere, Fransa ve Çin'in yanı sıra Türkiye ve Almanya'dan da gelecekteki olası bir saldırıya karşı güvenlik garantisi talep etmektedir. Ateşkes görüşmeleriyle ilgili bilgi sahibi bir yetkili, ittifak üyesi olmayan Ukrayna'nın bu talebinin, NATO'nun “bir üyeye yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş saldırı olarak değerlendirileceği” yönündeki 5. Maddesi’ne benzer bir güvenlik garantisi olduğuna dikkat çekmiştir. Ne demek bu? Tıpkı Kıbrıs'ta olduğu gibi, bir askeri müdahale seçeneğini de zorunlu kılmaktadır. Yorumlamaya bile gerek yok. Bence bu nedenle daha fazla söze gerek yok. Türkiye bu seçenekten kaçınmalı, uzak durmalı derim, sevgili okurlar.
Dipnotlar
(1)Sputniknews, Fransa: Sırtımızdan bıçaklandık, 16.09.2021 ; https://tr.sputniknews.com/20210916/fransa-aukusa-tepkili-sirtimizdan-bicaklandik-1048952992.html/ Erişim tarihi 20.03.2022/
(2) https://islamansiklopedisi.org.tr/avusturya/Erişim Tarihi 20.03.2022/
(3) Cumhuriyet, Financial Times'ın analizinde 'Türkiye' ayrıntısı: 'Batı, Ukrayna’nın 'garantör ülke' talebine mesafeli', 18.03.2022; https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/financial-timesin-analizinde-turkiye-ayrintisi-bati-ukraynanin-garantor-ulke-talebine-mesafeli-1917172/Erişim Tarihi 20.03.2022/
(4) Engin Ardıç, İcabında Savaşa Girersin, Sabah Gazetesi, 19 Mart 2022; https://www.sabah.com.tr/yazarlar/ardic/2022/03/19/icabinda-savasa-girersin/ Erişim Tarihi 20.03.2022/