Aslına bakarsanız, hedef şu iki sözcükte bütünleştirilmiştir. “Ah Pusto Tursko”. “Ah Pusto Tursko” ifadesi, yani Osmanlının bu topraklardan çekilmesinin ardından “Ah o Türk zamanı (neler çektik)” iddiasıdır. Bunu en tipik örneğini “1 Ağustos 1903 İlinden İsyanı Anma Günü”nde yakinen görebilirsiniz. Gözlemleyebildiğim kadarıyla “Ah Pusto Tursko” hemen her yerdedir, filmi dahi yapılmıştır, Nova Makedonya gazetesinde karikatür dizisine konu olmuştur. Evet bu karikatür kahramanı Türk, bizdeki “Avanak Avni” ye benzer şekilde biraz da hödükleştirilmiştir. Neredeyse bunu yapsa yapsa, “Hödük Türk” yapar’a kadar getirilmiştir. Nedense ilgilileri ikaz etmiş olmama karşın bunun üzerine pek de gidilmemiş olduğunu burada söylemeliyim. Öncelikle söyleyelim, bu ifade Makedonya’nın kültürel kodlarına kadar işlemiştir. Ve bu arada söyleyelim, sadece tarih kitapları değil, 20. yüzyılın başından itibaren Makedon edebiyatının ürettiği nerdeyse bütün edebi eserler estetik gözetmeden, İslam ve Türk düşmanlığını artırmak için kaleme alınmıştır. (1)
Balkanlar Türk insanı için kuşkusuz bir şeyler ifade edebilir, ama biz muhacirler, mübadiller ve mübadillerin çocukları için ise çok şey ifade eder. Çok duymuşsunuzdur, “Mübadil” ve adeta ona yapışık “Etabli” sözcüğünü. Malum Lozan görüşmeleri iki turda cereyan etmiştir. Birincisi 20 Kasım 1922 ‘de başlamış 30 Ocak 1923 tarihinde yapılan “Türk-Rum Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi ve Protokol Anlaşması” yla son bulmuştur. İkinci tur görüşmeler ise 23 Nisan 1923 tarihinde başlamış 24 Temmuz 1923 tarihindeki Lozan Antlaşmasıyla son bulmuştur. Görüldüğü gibi, aşağı yukarı 8 aylık bir maraton. Mübadil, bu sözleşme uyarınca Türkiye Cumhuriyeti ve Yunanistan Krallığı'nın kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına verilen addır. Fransızcadan geçen "yerleşmiş, sakin" anlamında bir sözcük olan “Etabli”(Etablis) bu zorunlu göçten muaf tutulanlara verilen addır. Peki, kimdir onlar? ‘Batı Trakya Müslümanları’ ile İstanbul’da yerleşik ‘Ortodoks Rumlar’dır. Musul sorunu nedeniyle azınlık sistematiğinde din esası genel ilke olarak kabul edilmiştir. Efendim Balkanlar bir ana yadigârıdır, Türkiye ise anavatanımızdır. Osmanlı Devleti tam bir Balkan Devletidir, başı ve gövdesi Balkanlarda, ayakları Mezopotamya’ya taa Suudi Arabistan’a kadar uzanan. III. Roma Osmanlı Devleti’nin beyni Balkanlar olarak kabul görmüştür. “Osmanlı Barışı” (Pax Ottomana) 500 yılı aşkın bir süre Balkanlarda başarılmış, maalesef yayılmacı devletlerin dahli ile sonlandırılmıştır. Tuna nehri üzerindeki 160 dönümlük ada üzerinde tamamen Türklerin yaşadığı Adakale ancak 1923 Lozan Antlaşması’yla Romanya’ya istemeye istemeye verilmiştir. Ancak, üzülerek ifade etmek gerekir ki, daha Tito ve Çavuşevski’nin marifetiyle 1972 yılında Tuna nehri üzerinde ortaklaşa yaptırılan baraj nedeniyle Tuna Nehri üzerindeki bu Türk izi de sulara gömülmüştür.
Yeri gelmişken söyleyelim, Osmanlı devletinin Balkanlar’da bıraktığı topraklar 100 yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına karşın, maalesef zayıf konumunu, sahipsizliğini hâlâ muhafaza etmektedir. Bu sahipsizliği bir fırsat olarak değerlendiren Macaristan doğumlu ABD'li spekülatör Soros, Osmanlı Devleti’nin doğrudan Balkanlardaki mirasına AB(D) ‘nin sahip olmasını bir misyonik görev olarak belirlemiştir. Latince diplomatik bir terim olan savaş nedeni ‘casus belli’ gibi, neden de hedef de bellidir. Osmanlı Devleti’nin Manastır, Kosova ve başkent Selanik’ten oluşan Makedonya Eyaletidir, hedef alınan. Balkan Savaşı’nı bitiren 10 Ağustos 1913 tarihinde imzalanan Bükreş Antlaşmasıyla Sırbistan’ın payına düşen bölümdür bugünkü Makedonya coğrafyası. Ayrımsallıkları kurumsallaştıran Güney Slav Birliği anlamındaki Tito Yugoslavya’sının beş cumhuriyetinden biridir, Makedonya Cumhuriyeti. Anımsayınız o günleri, Tito’nun ölümüyle birlikte, çıkan iç savaş sonrası, Tito’nun güçlü kişiliği ve yapay bağlarla ayakta duran Yugoslavya çatır çatır dağılıvermişti. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra 1991 yılında bağımsızlığına kavuşan Makedonya, sadece ve sadece 31 yıllık bir geçmişe sahip bir ülkedir. Ancak bugün Makedonya’nın Yunanistan, Bulgaristan ve Eski Yugoslavya Makedonya Cumhuriyetindeki topraklarıdır, hedef alınan. Ege, Epir ve Vardar Makedonya’sıdır, hedefte olan. Ama gelin görün ki, Bulgaristan ve Yunanistan için hedef alınan doğrudan ‘Vardar Makedonyası’dır. Bulgaristan için “Makedonya Bulgaristan”dır, Yunanistan için de “Makedonya Yunanistan’dır. Bu durum son derece yaygındır, neredeyse bu konu Bulgaristan ve Yunanistan’ın tekelindedir. Bu tür yaklaşımları duvarlardaki grafiti yazılarından sonra, her iki ülkenin Meclis kürsülerinden gösterilen konuşmacıların levhalarında da görebilmekteyiz son zamanlarda. Ama meclis kürsülerinde yazılı levha göstermekle o topraklar kazanılmıyor. Deveden büyük fil var. Bu durumun kod adı da şimdilerde mega güç konumu tartışılan ABD’dir. Balkanlardaki sahipsizlenmeyi gören ABD kapalı kapılar arkasında planını yapmış, Yunanistan’a Bulgaristan’a hiç çıkmamacasına yerleşmeye başlamıştır. Görünürdeki amaç da RF’nun çevrelenmesi politikasıdır. Ancak ABD bu işe başlamadan önce devasa ABD Büyükelçiliklerinin birini Kosova’da Priştina’da; üzülerek ifade etmek gerekir ki ikinci Büyük elçiliğini Vardar Makedonya’sında Üsküp’de Osmanlı şehitliğinin üzerinde yükseltmiştir. Osmanlı Şehitliği yanındaki Fransız Mezarlığında Fransız bayrağı hala dalgalanmasını sürdürmektedir. Ne demeli? Vietnam’da kaybolan Amerikan askerlerinin kemikleri için bütçeye para koyan ABD, Osmanlı şehitlerinin kemiklerini yok etmiştir. Hukuktaki halefiyet, ardıllık ilkesine göre Osmanlı Devleti’nin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti dünya üzerindeki şehitliklerine, her nerede olursa olsun mevcudiyetimizin nişanesi atalarımızın kemiklerine sahip çıkmak zorundadır. Köklü bir devlet olmanın en önemli ayırıcı özelliklerinden biri de budur. Unutmayalım, şehitler bir ülkenin varlığının tapu senedidir ve her şehit vatan topraklarına çakılan sökülmez bir çividir. Bir gül bahçesine girercesine toprağa düşen her şehit varlığımızın tescili, birer tapu senedidir. İşte bu nedenle bu bilincin yok edilmesi gerekli görülmüştür. Bu nedenle ABD, Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki 550 yıllık varlığını bu şekilde bitireceklerine inanmıştır. ABD tarafından, Amerika’nın yabancı topraklarda kurduğu gelmiş geçmiş en büyük askeri üssü, “21. Yüzyılın silah deposu” olarak da anılan ‘Bondsteel Camp’(Bağ Çeliği) Kosova’da inşa edilmiştir. Kosova'da görev yapan KFOR askerleri 'Uzaydan görünen iki şey var. Biri Çin Seddi, diğeri bu üs' övgüyle dediklerini bir yerlere not edelim. 460 bin metrekarelik bir alana yayılan üs, ‘Presevo Vadisi’nde bulunmaktadır. Diğer bir deyişle AB’nin 1994’ten beri sponsorluğunu yaptığı 8 numaralı enerji koridorunun ve Amerika’nın sponsorluğunu yapacağı 894 kilometrelik dev Trans-Balkan petrol boru hattının planlanan güzergahı üzerindedir. (2) Sanırım ABD’nin Avrupa’yı Rus gaz ve petrolünden uzaklaştırıp ABD’nin yönetimindeki hidrokarbon enerjiye bağımlı hale getirilmesinin esbab-ı mucibesi şimdilerde daha iyi anlaşılmaktadır.
Makedonya’daki Osmanlı egemenliğinin simgeleri camilere karşı bir haç fetişizmi alabildiğince yaygınlaşmıştır. Üsküp’ün en yüksek tepesi Vodna’ya dikilen devasa ışıklı ‘haç’, Üsküp kentinin Hristiyanlarla mukim yerlerine dikilen ışıklı dev haçlar bir yerde İslâm-Cami karşıtlığının simgelemektedir. Bir Türk Şirketinin büyük emeklerle kurduğu, yeni bir Türk yerleşim bölgesi olmaya aday, 40’ar katlı üç gökdelenin önüne büyük bir inatla dev bir haç inşa edilmiştir. Ohrid’teki Turgutlu Caminin bir şekilde kırılan hilatı yerine kubbeye bile haç konulmuştur. Bu yüzden halk bu camiye şimdilerde “Kırst (haç) Camii” demektedir.
Üsküp’teki Mahkeme Binasının önüne bile kamalı bir Bulgar eşkıyasının heykeli dikilmiştir. Adaleti simgeleyen elinde terazi tutan gözleri örtülü kadın heykeli yerine, tarihi camilerin, çarşının bulunduğu Arnavut ve Türk Müslümanlarla meskûn yere karşı alelacele dikilen öldürme amaçlı kamasını sallayan bir Bulgar eşkıyası heykeli. Karşı çaprazındaki elini uzatmış Osmanlı Düşün Adamları heykellerine inat. Yeri gelmişken söyleyelim. Avrupa’nın ortalık yerinde Bulgaristan Türkleri zorla isim değiştirme kampanyasına maruz bırakılmış olduklarını şimdilerde anımsayanımız var mıdır? Bana kalırsa bunun Balkan coğrafyasındaki en büyük faili ‘Todor Hristov Jivkov’dur. Bulgaristan’da yaşayan Türkler 1984 yılının Aralık ayının sonlarından 1985 yılının Şubat ayına kadar geçen yaklaşık bir aylık süre içerisinde isimlerinin zorla değiştirilmesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Beş asırdır Türk ve Müslüman isimleri ile yaşadıkları topraklarda artık atalarının kendilerine verdikleri isimlerle değil, Bulgar Komünist Parti idarecilerinin kendilerine uygun gördüğü Bulgar isimleri ile yaşamaya zorlanmıştırlar. Bulgaristan’da uygulanan bu isim değişikliği, aslında dolaylı olarak bir ırk, dil ve din ayrılığının kurnaz bir şekilde tasfiye edilmesidir.
Başbakan Todor Jivkov yönetimindeki Bulgar Komünist Partisi 1984 yılında başlattığı ve Bulgaristan Türklerinin asıllarının Bulgar olduğunu iddia eden Yeniden Doğuş (Soya Dönüş) Süreci (Văzroditelen protses) Bulgaristan’ın özerk bir devlet olarak ortaya çıktığı Berlin Antlaşması’ndan bu yana Bulgar milliyetçilerinin homojen bir ulus oluşturma hayalinin son aşaması olarak görülmüştür. Bulgaristan hükûmeti bu kampanya sonucunda ülkedeki bütün Türklerin isimlerini Bulgar isimleri ile değiştirerek Bulgaristan’daki Türk varlığının tamamen ortadan kalktığını ilan etmekteydi. Türklere uygulanan zoraki isim değiştirme uygulamalarının ardından Bulgaristan Türklerine ait olan bütün dini ve kültürel ritüellere de yasaklar getirilmiştir. (3) Uluslararası Askeri Tarihçiler Yönetim Kurulu üyesi olarak 2014 yılında Balçık, Dobruca’dan Silistre’ye yapmış olduğum seyahatimde köy mezarlıklarının da bu katliamdan nasibini aldığını bizzat görerek şahit olmuştum. Demir çubuklu silindirlerle, buldozerlerle köy mezarlıklarına girerek, atalarımızın kemikleri çıkartılıp Türk köyleri sakinlerinin huzurunda gece karanlığında yakmış olduklarını sadece söylemekle yetinelim. Zannederim, mesele şimdi daha iyi anlaşılıyordur, sevgili okurlar.
Şimdi sormak lazım değil mi? Hani nerede Fransız ihtilalinin “Kardeşlik, Eşitlik Özgürlük” büyük üçlemesinin simgeleri. Hani nerede, toplumlararası barış sembolleri. Belki masum milliyetçilik anlaşılabilir ama bunun sahadaki karşılığı çok kültürlü ayrımsallıktır, çok uluslu bir ülkede bütünleşme yerine toplumsal ayrışmadır, sevgi ve barış ortamı yerine kin ve nefretin inşa edilmesidir.
‘Balkanlardaki Türk İzleri’nin silinmesinde ikinci hedef alınan belki de en tehlikelisi Türkçedir, Türk dilinin bizatihi kendisidir. Tıpkı Ulu Önder Atatürk’ün 1931 yılında; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” Veciz ifadesinde belirttiği gibi, Türk dili de ehil insanlarla ancak yüceltilebilir. Yüce Atatürk’ün Agop Dilâçar (Martayan)’ı Türk Dil Kurumu Başuzmanı olarak görevlendirmesi gibi. Bu durum biraz da bizden kaynaklanmaktadır. İşi ehline, liyakatli olana, layık olana teslim edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Dinî bir kavram olarak ehliyet ya da liyakat kişinin sorumluluk üstlenme ve haklarını kullanma yetkinliğini ifade etmektedir. Bu doğrudan post ya da kariyer sisteminin ta kendisidir. Örneğin kariyer sisteminin bir gereği olarak sorumluluk, o sorumluluğu üstlenebilecek yeterliliğe sahip olmayı gerektirmektedir. Burada en önemli özellik kişinin talip olunan göreve yeterliliğine sahip olup olmadığını öncelikle kendisinin öz denetiminden geçirmesidir. Yeterli olmadığını bildiği halde, kendisine sunulan göreve yeterli olmadığını açıkça söyleyebilmesi ve haykırabilmesidir. Bu ilkeye riayet edildiğinde toplumda refah ve memnuniyet artarken, önemsenmediği dönemlerde liyakatsiz görevlilerin hoşnutsuzluğa yol açan hatalar yaptıkları kuşku götürmez bir gerçektir. Bu sebeple göreve getirilecek kişilerin hakkaniyet ve adalet ölçülerini esas alan objektif kriterlerle belirlenmesi son derece önemlidir. Siyasette genelde sadakat egemendir, ama devletin yapılanmasında ve işleyişinde esas olan liyakattir. Ama siz devletin yapılanmasında ve işleyişinde liyakati dışlarsanız, o zaman gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilme olasılığınız yükselir. Gaflet, iman hakikatlerine karşı duyarsız davranan ve hak yolundan sapanların bakışı olmakla birlikte aynı zamanda hıyanet içinde bulunmak da demektir. Bir başka ifadeyle bu bir aymazlıktır, en hafifinden bir kaypaklıktır. Delalet ise, kamu vicdanında yer etmiş inanç ve olumlu düşüncelere karşı olmak ya da başka bir deyişle her türlü akait ve düşünceye karşı sapınçlık ve sapkınlık göstermektir. Dinî literatürde ise hidâyet kavramının tamı tamına zıddı, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan sapmak demektir. Doğru yoldan sapmak kesesini doldurmakla eşdeğerdir. Önce vatan değil, önce cep ve kesedir. Bütün bunları neden anlattım sevgili okurlar, Türk Dil Kurumunu oyuna getiren talihsiz bir kitabın yayımlanması nedeniyle. “Arnavutça’daki Türkizmalar” üzerine bir sözlük çalışmasının Türkçenin, Arapçanın ve Farsçanın gramer kurallarını bilmeyen ve anadili Türkçe olmayan biri tarafından hazırlanmış olması ilmine inandığım Balkanlarda çok sevilen Prof. Dr. İrfan Morina tarafından olumsuz bir hakem raporu düzenlenmiş olmasına rağmen “Arnavutçadaki Türkçe Alıntılar” adıyla yayımlanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Şimdi burada sormak lazım değil mi? Sayın TDK Başkanı hem görevlendirme konusunda otorite bir arkadaşı hakem olarak görevlendiriyorsun, hem de Türk dil dünyasında yazdıklarıyla kendisini kanıtlamış bu biliminsanı arkadaşımızın yazmış olduğu 19 sayfalık raporu kaale almıyorsun. Hatta o kadar ki, arkadaşımız, Sayın Morina raporun sonunda “Sonuç olarak tüm bu saydıklarımdan sonra bu eser TDK tarafından basılırsa, kuruma gölge düşürür, harcanacak olan A4 kâğıda da yazık olur. Tabi ki son karar yine Kuruma aittir.” Demiş olmasına rağmen. Evet Sayın Morina’nın da önemle belirttiği gibi anılan kitabın yayımlanma kararı şüphesiz kuruma aittir, ama hakemin göstermiş olduğu yanlışları dikkate almamak bilimsel usullere de külliyen aykırıdır. En hafifinden arkadaşımızın söylediği gibi kuruma gölge düşüreceği aşikardır. Sosyal bilimlerin en önemli ayırıcı özelliklerinden biri karşılaştırma yapmaktır. Karşılaştırma yapmak sosyal bilimlerin laboratuvarıdır. İşte bu laboratuvar çalışması karşılaştırma neticesinde sosyal bilime bir tuğla ekleyebilmektir. Her bir şeye bir tarafa bırakalım şimdi, sormak lazım değil mi? Tiran’da yaşayan UNYT (University of New York Tirana-Tiran New York Üniversitesi ) Balkan Araştırmaları Merkezi Müdürü bir Albanalog olan talihsiz kitabın yazarı Lindita Latifi Xhanari Balkanlar’da bu işin uzmanları olan türkizimleri kendi toplumlarına anlatma becerisi gösteren toprağı bol olsun, Allah rahmet eylesin A. Şkalyiç’in Boşnaklara, T.Dizdari’nin Arnavutlara, İ.Esih’in Hırvatlara, O.Nasteva’nın Makedonlara, N.Boretzky’nin Almanlara anlattığından fazlasını nasıl bir artı değer olarak yüklemiştir, Türk diline? Öncelikle ve önemle en hafifinden şunu söyleyelim, başta Tahir Dizdari olmak üzere bu konuda ömürlerini tüketen Türkologların mezarlarında kemiklerini sızlatmıştır. Şimdi de konunun ehemmine binaen birkaç örnek verelim.
Birleşik, bütünleşik, bitişken, oluşum anlamındaki “Mürekkep” sözcüğü, talihsiz kitapta nasıl ‘merkep’e indirgenmiş, sözlük içeriğinde “eşek” şekline bürünmüştür? Sözcük Arapçadaki üçleme ile “rakibe” binmek anlamında olup “binek” manasındadır. Kırsal kesimde binek hayvanı olarak eşek kullanıldığı için sözlük içerisinde “eşek” sözcüğü yer etmiştir.
Seçerek aldığım ikinci sözcük “allti-ja”kelimesidir. Bugün bile Türkçede kullanılan “altı patlar” tabanca, revolver kovboy filmlerinin silahı Smith Wesson marka tabancadır. Fişek koymaya yarayan bölümü silindir biçiminde ve namlu gerisinde olan, tek parçadan oluşmuş, altı tane fişek alan tabancadır. Sözlük Bilimci leksikolog arkadaş bunu büyük bir buluşla “beşten sonra gelen sayının adı” olarak açıklamıştır. Ne diyelim bravo.
Seçerek aldığım üçüncü sözcük “belegi-ja / (bileği taşı)” kelimesidir. Dizdari bileği taşının Arnavutça’da “belegi-ja” şeklinde çok yaygın kullanıldığını yazmaktadır. Bileği taşı isimdir. Anlamı: Bıçak, çakı, makas vb. kesici araçları bilemekte kullanılan ince taneli sarı şisttir. Talihsiz yayımlanan kitapta bileği taşı tuhaf bir biçimde “belge” olarak betimlenmiştir.
Dördüncü sözcük ise “taraba-ja” kelimesidir. Taraba sözcüğü halk ağzında tahta perde anlamındadır. Dizdari sözlüğünde çok doğru bir biçimde İşkodra’da tarabaların yani tahta perdelerin evlerin pencerelerini kapamak için 1935 yılına kadar kullanıldığını ileri sürmüştür. Leksikolog Lindita L.Xhanari tarabayı “darbuka” ile karıştırmıştır. Vur patlasın çal oynasın.
Son bir kelime de çarpıcı bir biçimde “dykme-ja”sözcüğüdür. Türkçesi “dökme, döküm” anlamına gelen bu kelime kalıba dökülmüş adi Leksikolog Lindita L.Xhanari bu kelimeyi “Düğme” olarak açıklamıştır, Prof.Dr. İrfan Morina’nın belirttiğine göre bir Türkizim kelimesi olarak “düğme” Arnavutça’da mevcut değildir.
Canım bu kadarı “Kadı kızında da olur” demek suretiyle durumu geçiştirebilir misiniz? Hayır durum bu şekilde geçiştirilemeyecek kadar vahimdir. Kesinlikle ne dili ne de günü kurtarabilirsiniz. Peki ne yapmalı? Yapılacak en iyi şey, yapılan yanlış açıklamalar, yanlış yorumlar nedeniyle talihsiz kitabı yayımdan kaldırmak, satışa sunulan kitabın toplatılmasıdır.
Ne diyelim, “mantıkla beslenmeyen şey mantıkla yönetilemez”. Yine ünlü filozof Arthur Schopenhauer’ın veciz bir ifadesiyle makalemizi sonlandıralım, “hayal gücü olan ama bilgisi olmayan kişinin, kanatları vardır ama ayakları yoktur.” Evet Sevgili Okurlar bize uçan değil, ayakları yere basan biliminsanları lazım, benden söylemesi.
Dipnotlar
(1) Gerçek Hayat, “Ah pusto Tursko”, Üsküp Mektupları, 11 Nisan 2016; https://www.gercekhayat.com.tr/uskupten-mektuplar/ah-pusto-tursko/Erişim Tarihi 13 Ağustos 2022/
(2) Hürriyet Haberler Servisi, Uzaydan Görünen Üs, 06 Nisan 2008; https://www.hurriyet.com.tr/dunya/uzaydan-gorunen-us-8600959/Erişim Tarihi 07.11.2021/
(3) Hasan Demirhan, “Bulgaristan Türklerine uygulanan zorla isim değiştirme kampanyası ve Türk basını (Aralık 1984-Mart 1985)”, Rumeli’de Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, Kırklareli Üniversitesi Dergisi, 17 Aralık 2019, s.253