Etraflıca değil, şöyle bir bakıldığında bin yıl önce İskoçya ve Kuzey Avrupa’nın geri kalan kısmı, bilgisizliğin ve barbarlığın karanlıkları içerisinde yüzmekte olduğu çok rahat söylenebilir. Sadece bu yerlere şöyle bir üstünkörü bakıldığında bin yıl önceki karanlık Avrupa’nın kültür bölgelerinde dışarıdan gelmiş, ya da kopya edilmiş ve doğu karakteri taşıyan objeler incelendiğinde kelimenin tam anlamıyla Barbar bir Avrupa’yı bulacağınızdan hiç kimsenin şüphesi bulunmamaktadır. (1) 1877 yılında Siirt’in Tillo’sunda Sümerlerin keşif edilmesi ile bilim ne eşkali ve ne de Sami olmayan bir halka bağlı olan bu uygarlığın ne derece ileri gitmiş olduğu görülmüştür. Dünyanın en eski insan fosilinin Botan Vadisinde bulunduğu bilinmekle birlikte Göbeklitepe’nin keşfinden sonra Siirt’in tarihinin Milattan Önce (MÖ) 10-11 binli yıllara dayandığı çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bu çıkarımla birlikte Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün neden Sümer ve Eti uygarlığına böylesine önem atfettiği de açığa çıkmaktadır. Avrupa bu nedenle ancak bir yüzyılını 11.yüzyılını feda ederek Doğu’da elde edilen bilgi birikimini tercüme ederek ancak Doğu’daki medeniyet ışığından yararlanabilmiştir. Avrupa’nın doğu restorasyonu, aydınlanması sayesinde Rönesans ve Reformla pozitivizmle tanışabilmiştir. Kuşkusuz bu dönüşümde İspanya’daki Endülüs Emevî Devletinin payı büyük olmuştur.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da gelişen pozitivizm, akılcılık yani olguculuk Avrupa’da öylesine yer etmiştir ve popülarite öylesine yüceltilmiştir ki, iş Akıl Tanrıcılığına kadar vardırılmıştır. Oysa pozitivist bilim tasarımı bilimsel alandaki gelişmelere karşın yine de temel motiflerinden vazgeçmemiştir. Bu anlayışa göre bilim rasyonel, nesnel ve objektif bir faaliyettir. Ayrıca, bilim sadece teori-olgu ilişkisi bağlamında değerlendirilmelidir, savıdır. Pozitiviste Bilim insanı olgular ile verilere ön yargıdan uzak bakabileceği varsayılmıştır. Bu çerçevede pozitivistler için bilim lineer ya da düz bir çizgi şeklinde ilerleyen bir süreç olarak değerlendirilmektedir. Oysa durum hiç de öyle tek boyutlu değil, üç boyutlu sahnede cereyan eden bir olgudur. Örneğin, ‘ilerleme’ kavramına bilim tarihi perspektifinden bakıldığında belirli dönemlerdeki hızlanma veya yavaşlamalar teori-olgu ilişkisi bağlamında açıklanamamaktadır. Bu durum daha çok bilim-dışı etkenler sayılan toplumsal ve siyasal saik ve dinamiklerle açıklanabilir. (2) Bu felsefi cereyanın kurucusu Auguste Comte pozitif bilimlerin, yani Fizik, Kimya, Astronomi ve Biyolojinin evrenin bu arada insanın bütün sırlarını çözeceğini söylemiş; ilerlemiş, ampirik ve deneyimden geçmemiş bilgiyi de reddetmiştir. O kadar ki, Comte semavî dinlerin Allah’ı yerine, benzeterek Akıl Tanrısı’nı kavramını ortaya koymuştur.
- yüzyılda Türkiye’nin kültür değişimini etkileyecek ana unsur da aynen Avrupa’daki gibi kökenleri 19. yüzyıla dayanan ‘Pozitivizm’ olmuştur. Malum, Batı uygarlığının akılcılığa dayandığı kuşku götürmez bir gerçektir. Doğa yasalarının keşfi, pozitif bilimin uygulamaya konuluşuyla teknolojinin ilerlemesi, Batıya doğu dünyasına karşı bir üstünlük sağlamıştır. Avrupa’daki gelişmeleri bazı Osmanlı aydınları örneğin Viyana Büyükelçisi Sadık Rıfat Paşa daha 1838 yılında yazmış olduğu risalesinde yazdıkları gibi zamanında görmüşlerdir. Batı akılcılığını 1860’larda yazmış olduğu şiir ve makaleleriyle Türk toplumuna aktaran da ilk Türk Gazetecimiz Şinasi olmuştur. (3) Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, Şinasi Türk toplumuna “yeni insan” modelini getiren yazardır. O, Newton ve Descartes gibi, Allah’a inanır ve “Allah’ın bizim için istediğine akılla varırız” görüşünü savunur. Şinasi aklın yanında adalet kavramı üstünde de durmaktadır. Dördüncü kuvvetin önemini kavrayan Şinasi ilk özel gazetemiz ‘Tercüman-ı Ahval’de “Misak-ı Matbuat Umdeleri”ni kaleme alırken tüm düşüncesi ülkemizde millî basının oluşumuna odaklanmış ve bu konuda planlama rehberini bile vermiştir. Doğrusu Şinasi Batı hayranı olduğu kadar, İstanbul efendiliğini de nefsinde toplamış bir mantık ve düşünce adamıdır. Ayrıca Namık Kemal’in “gazete vatanı bir meclis-i ülfet haline getirmektedir” dediği gibi, matbuata bir kutsiyet atfetmiştir. Gerçekten de Namık Kemal önemli bir boyut olan gazetenin meclis-i ülfet olgusunu aşağıdaki gibi formülüze etmiştir:
“Öyle bir meclis ki içinde herkesin meramını işitmek müşkül ise de herkese meramını duyurmak en kolay işlerdendir.” (5)
Bu arada yeri gelmişken söyleyelim, ülkemizde pozitivizmi tanıtan henüz 35 yaşındayken intihar eden Beşir Fuad olmuştur. Kısaca “dinin büyük ölçüde belirleyiciliğine sahip olduğu bir toplumda tüm değerler sistemiyle çatışan bir aydın tipi” ortaya çıkmakta olduğunu ilk o keşfetmiştir. Günümüzde “Çarşı her şeye, alayına karşı” sloganının kökenlerini buralarda aramak gerekir. Ayrıca, Biyolojik Materyalizm gibi maddeci ve toplumcu felsefenin öncüsü Abdullah Cevdet bu tipin örneğidir. Bununla beraber Jön Türk hareketinin gerçek temsilcisi Comte’un hararetli taraftarı, toplumsalcılığın öncüsü Kolektivist Ahmed Rıza Bey olurken, karşısında ise ferdiyetçiliğin yani bireyselciliği öncelleyen Prens Sabahattin olmuştur. Aslına bakarsanız, Ahmed Rıza bugünkü “Millet İttifakı”nın; Prens Sabahattin ise günümüz “Cumhur İttifakı”nın öncüleri olmuşlardır. Önce İttihat ve Terakki içerisinde bütünleşmişler, sonra da ayrışmışlardır. XIX. Yüzyılın sonunda atomun parçalanmasıyla önce mikrofizik daha sonra makrofizikte determinizmin geçerli olmadığı anlaşılmış ve maneviyatçı görüşler yeniden itibar kazanmışlardır. (6) Unutmayalım ruhçu ve ferdiyetçi felsefeyi temellendiren Bergson, Weber gibi düşünürlerin geliştirdiği Batı kültürünün ana niteliği çoğulculuktur.
Seçim atmosferine giren “Millet” ve “Cumhur İttifakı”nın arka planında pozitivizmin ülkemize gelişi, gelişimi ve ayrışımında Türk aydınlarının yaşayış biçimleri ve dünya görüşlerinde büyük değişikliklerin meydana gelmesidir. Türkiye’de gelişen batılılaşmanın belirli vasfı ise Batı mukallitliği yani taklitçiliğidir. O kadar ki, Osmanlı devlet ve fikir adamları Batıdaki mevcut kuram, kurum ve kuruluşların benzerlerini ülkeye getirmekle bozuklukların düzeleceğine inanmışlardır. İkincisi her bir kurumun birbirini denetleme ilkesi, kuvvetler ayrılığı (Check&Balance) ve son olarak da meclis ve anayasa ile her şeyin dört dörtlük olacağını öngörmüş olmalarıdır. Aslına bakılacak olursa bu arada dördüncü kuvvet basının etkisine de baştan itibaren inanılmıştır. Bu nedenle Şinasi ilk özel gazete çıkartılırken “Tercüman-ı Ahval Mukaddimesi”(giriş ve tanıtım yazısı) ‘nde aşağıdaki dört umde ile bugün de geçerli olması gereken Türkiye’de Misak-ı Matbuat ilkelerini ortaya koymuştur: (7)
- Demokrasi Umdesi: Bu ülkede yaşayan halk anayasayla birçok vazifeler ve sorumluluklar yüklendiğine göre ve buna karşılık vatanın çıkarlarına dair fikirlerini söz ve kalemle açıklamak hakkına da sahiptir.
- Milliyetçilik ve Millet-i Hâkime (core state) ‘nin Sesini Duyurmak Umdesi: Gayr-i Müslimler kendi cemaat nizamnameleri (kendi dillerinde ‘anayasa’ olarak ifade etmişlerdir.) yürürlüğe konulur ve laik meclislerini kurarlar ve kendi gazetelerini çıkartırlarken, millet-i hakime’den bu yönde bir gayret görülmemiştir. Bu yüzden bu mukaddimede özellikle Tercüman-ı Ahval, hükümete, azınlıklara ve yabancılara karşı Türk Halkının sözcüsü olacağı bağıtlanmıştır.
- Edep ve Faydalılık Umdesi: Mukaddimenin 3’üncü umdesi şu şekilde bağıtlanmıştır. “İşbu gazete iç ve dış ahvalden seçilmiş havadisleri, çeşitli bilgileri, faydalı şeyleri yazacak ve Tanrı vergisi olan kelâm”ı edeple kullanacaktır.” Utanmak ve terbiyeli olmak, doğu kültürel ikliminin olmazsa olmazlarındandır. Güzel ahlak, saygı, terbiye, hayâ, nezaket ya da daha geniş tarifiyle ruhun ahlaki olması gazetecinin belki de birincil görevlerinden birisi olabilecek temel ilkelerdendir.
- Halk Diliyle Yazmak Umdesi: Mukaddimenin 4’üncü umdesi ise şu şekilde betimlenmiştir. “Bu gazete giderek, umum halkın kolaylıkla anlayacağı derecede sade bir dil kullanacaktır.” Kuşkusuz halkın gazetesi halkın diliyle yazılmak zorundadır. Dil ortak kimlik oluşumunun en önemli etmenlerinden biridir. Öte yandan ortak kimlik oluşumuna iletişim perspektifinden bakıldığında ise dil ve dilin kullanımı ön plana çıkmaktadır. Dil “ortaklık” ve grup üyelerinin iletişim biçimlerini oluşturmada yazılı basın ve medya tarafından şekillenmektedir. Başka bir deyişle toplumsal kimlik oluşturma çerçevesinde aidiyet ve sosyal aidiyet bilinci yaratmanın ve bunu sürdürmenin aracı da bu şekilde oluşturulmaktadır.
Bütün bunlardan sonra demem odur ki, pozitivizmin ülkemize girişiyle birlikte inhirafın, ayrışmanın, kutuplaşmanın miladını oluşturmuş olmasıdır. İkinci çıkarım ise yasama, yürütme, yargı ve dördüncü kuvvet yazılı basın ve medyanın alana yansımasıyla meydana gelen yozlaşmanın giderek bir artış göstermiş olmasıdır. Yola çıkarken Şinasi tarafından temellendirilen bu dört umdede özelikle de millî basın ve ilkelerinden uzaklaşılması günümüzde içinden çıkılmaz durumun başlıca nedenlerindendir. Bunlardan daha da vahimi, son zamanlarda foyası iyiden iyiye belirginleşmiş AB(D) tarafından fonlanan muhalif görünümlü beşinci kol faaliyeti yürüten gazetecilerin mevcudiyeti günümüz ortamını ciddi bir biçimde düşündürmektedir, sevgili okurlar.
Dipnotlar:
(1) V.Gordon Childe, Doğunun Prehistoryası, 4.Ba. Ankara, 2020, s.
(2) Ercan Salgar, “Aydın Sayılı’nın Bilim Anlayışı”, Dört Öge, Sa.3, Nisan 2013, s.
(3) Ercüment Kuran, “Türkiye’nin Batılılaşması ve Millî Meseleler”, Ankara, 1994, s.27
(4) Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 2.Ba., İstanbul, 1956, s.173
(5) Ahmet Kabaklı, “Millete Vurulan Canlı Pranga Bürokrasi”, 2.Ba. İstanbul, 2017, s.72
(6) Ercüment Kuran, age, s.31
(7) Ahmet Kabaklı, age, ss.70-71