‘Survivor konseptini biliyorsunuz, ben hayatta survivoru yaşadım.’
Acun, bir cümlede hayatını işte böyle özetliyor. 19’unda evlenmiş, 20’sinde anne babasını yitirmiş, 21’inde boşanmış, 22’sinde bütün parasını batırmış, 23’ünde yaptığı kazada yanındaki arkadaşını kaybetmiş… İnsan yazarken bile yoruluyor; ama Acun, henüz 25’ini görmeden bir insanın başına gelecek çok ağır travmalarla boğuşmaya başlamıştı. Çok zor zamanlardı. Galiba tüm bunların içinden oyunlara tutkusu ve başarısını anlatırken diline pelesenk ettiği ‘kısmet’le çıkmıştı. Belki de hayat en başında ondan aldıklarını sonra veriyordu…
Çocuk yaşlarında okulda sıkılırken ürettiği oyunları bugüne taşımıştı. Okulda bir şekilde vakit geçirmenin yollarını ararken hep bir oyun icat ediyor ve bu oyunları, arkadaşlarına oynatıyordu. Şu anda da televizyonda işte aslında tam olarak bu işi yapıyor; oyun oynatıyor. Ve kabul etmeli ki, hepimiz bu oyunları izlerken bile oynamış kadar çok eğleniyoruz…
Acun, 29 Mayıs 1969’da, Edirne’de, İlknur ve Ergün Ilıcalı çiftinin oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona ‘Ali Acun‘ adını verdi. Ailesinin kökeni Erzurum’un Ilıcalı ilçesinden geliyordu. Ergün Bey müteahhit, annesi İlknur Hanım ise, müdürdü.
Acun, ilkokula 5 yaşında Edirne’de İstiklâl İlkokulu’nda başladı ve burada tamamladı. Okulu pek sevdiği söylenemezdi; ama zeki bir çocuktu. 10 yaşında Kadıköy Anadolu Lisesi’ni kazandı ve İstanbul’a, anneannesinin yanına taşındı. İlk gençliğe attığı adımla beraber okul daha da sıkıcı bir hal almıştı. Acun, oyunlara çok meraklıydı. Özellikle lisede okulda zaman geçirmek zordu ve o da oyun oynatıyordu. Oyun konusu kimi zaman bir dersin öğretmeni bile oluyordu. Örneğin, Coğrafya dersi çok sıkıcıydı. Öğretmeni konuşurken sürekli ‘İfade ediyorum’ diyordu. Acun da bunun üzerinden bir oyun kurmuş, bahis başlatmıştı: ‘Bu adam kaç kere ifade edecek?’ herkesten para topluyordu. Kuralları da kendisi koyuyordu. Böylece heyecanlı bir ders geçirmenin yolunu da bulmuşlardı.
Acun, yükseköğrenimi için İstanbul Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü’nü kazandı. Ancak okulun havasını pek sevememişti. Üniversitede yaşanan olaylar, binası, ona çok kasvetli gelmişti. Bununla birlikte sevdiği arkadaşları Boğaziçi Üniversitesi’ndeydi. Boğaz manzaralı, arkadaşlarıyla dolu bu okul, ona daha sıcak geliyordu. Kaydı olmasa da daha çok bu okula gider olmuştu. Öyle ki kimse onu yadırgamıyordu artık. İlk yılın sonunda babası okulun nasıl geçtiğini sordu. Aslında habersizdi; ama onu da söylemek istemiyordu. Çok iyi olduğunu da söylese inandırıcı olmayacaktı. 2 sınavdan ikmale kaldığını söyledi. Sınav tarihini soran babasına Salı günü deyip geçiştirdi; ama o günün 30 Ağustos olduğunun farkında değildi. Babası çok geçmeden fark etti ve amcasının oğlu Erol’u aradı. ’30 Ağustos’ta sınav olur mu?’ diye sordu, o da haberinin olmadığını söyledi. Ergün Bey, Acun’un izini sürmek için okula gitti. Haliyle her şeyi öğrendi. O gece Acun, eve yanında 3 arkadaşıyla gecenin bir yarısı geldi. Babası, o gelene kadar bekledi. Acun, ilk önce ışıkların açık olduğunu fark edip şaşırdı. Bu saatte evin ışığı hiç yanmazdı. Kapıyı babası açtı, ki babası bu saatte kapıyı hiç açmazdı. Bir anlık sessizlikte Acun’a bakıp güldü, ki babası hiç gülmezdi. Acun’a ‘Seninle bir şey konuşacağım.’ diyerek balkona gelmesini söyledi…
Balkonda karşılıklı oturdular. Acun, babasından sakladığı iki üç önemli konu vardı ve belli ki bunlardan birinde yakalanmıştı. Bir süre sessizce bakıştıktan sonra Ergün Bey, ‘Nasıl yaparsın?’ bunu dedi. Bu kadar! Acun, kafasında hangi suçundan yakalandığını hesaplamaya çalışırken sessiz kalmayı tercih etti. Sonra Ergün Bey’den bir hamle daha geldi: ‘Annen duyarsa ölür!’ Acun belli ki büyük suçlarından yakalanmıştı. Kafasında iki suç finale kaldı ve bunlardan birisi okul mevzusuydu. Diğeri de komşunun kızıyla görüşmüştü, babası öğrenip ortalığı karıştırmış mıydı acaba? Aklından bunları geçirirken, ‘Annem sağlam kadındır, kaldırır!’ diyerek karşılık verdi. Babası söylemeden o bir şey itiraf etmek istemiyordu. Babası iyiden iyiye şaşkın, ‘Ben böyle şey filmlerde olur zannederdim!’ derken Acun, finaldeki iki düşüncesinin de filmlerde olacağını düşündüğünden hala sonuca ulaşamamıştı. Sonunda babası o soruyu sordu: ‘Bir yıl boyunca her sabah 8’de bu evden çıkıp nereye gittin?’
Sessiz bir oh çekerek okula ısınamadığını, her sabah 8’de evden çıkıp Boğaziçi Üniversitesi’ne gittiğini, arkadaşlarına imrendiğini anlattı. Babası da, onu sınava tekrar hazırlanmasını sağladı. Bu olay, hayatında bir dönüm noktasıydı…
Ve hayat ona yeni sürprizler hazırlıyordu. Acun üniversiteyi eninde sonunda bırakacaktı…
Babasıyla yapacağı o konuşma, hayatının ilk dönüm noktası değildi. Acun, yıllar sonra başarıları değerli noktaya geldiğinde yaptıklarını anlatırken, ‘Ben hiç benim başıma gelenlerin aynı anda bir başkasının daha başına geldiğini görmedim.’ diyerek başlıyordu sözüne. Gerçekten de genç bir bedenin yaşamında üst üste bunca ölüm, karşılanması pek kolay şey değildi. Ve ilginç bir şekilde hepsinin sebebi trafik kazasıydı…
İlkinde anneanne ve dedesini kaybetti. Lise yaşamı boyunca ona aile olan anneanne ve dedesi, karşıdan karşıya geçerken bir aracın altında kalmış ve oracıkta hayata gözlerini kapamışlardı. Bu, Acun için çok büyük bir acıydı; ama acısını kalbine gömmeyi, hayatına devam etmeyi bir şekilde başardı. Hayat da gerçekten devam ediyordu çünkü…
Acun, üniversitede âşık olduğu Seda Başbuğ ile 1989’da evlendiğinde 19 yaşındaydı. Erken bir evlilikti, evet; ama mutluydular. Belki de bir oyun gibiydi. Aslına bakılırsa evlerinin değişmezi de oynanan oyunlardı. Arkadaşları arasında sadece onlar evlilerdi. Haliyle buluşmalar hep Acun ve Seda’nın evinde oluyordu. Acun’un kurduğu oyunları hep birlikte oynuyorlardı. King ligi düzenliyordu Acun. 18 kişi aynı anda, 3 masada, sabah saat 4’e kadar bu oyunu oynuyorlardı. Öyle çok eğleniyorlardı ki, komşuların kapıyı çaldığı oluyordu…
Bir gece 20 kişi toplanmışlar, halının üzerinde silgilerle oynanan bir oyunu oynuyorlardı. Heyecanlı ve çekişmeli bir oyundu. Acun, bu oyunu silgilerle 11’e 11, pas vererek oynadığın bir oyun olarak kurmuştu. O kadar kişiyle evde mini bir tribün oluşmuştu. Ataköy – Kadıköy karşılaşmasında atılan son golde, artık gürültünün de farkında değillerdi. Bunun üzerine kapı çaldı ve gelen komşuyla geçen şaşkın bir bakışmanın ardından komşu, ‘Bir şey sormak istiyorum!’ dedi. ‘Bu saatte ne golü?’
Oyunların oynandığı bu arkadaş buluşmalarıyla devam eden bir evlilikleri vardı Acun ve Seda’nın. Çok geçmeden ‘Banu’ adını verdikleri bir kızları da oldu. İkisi de henüz öğrenci olduğundan Banu’ya, Acun’un ailesi bakıyordu. Her şey yolundaydı. Hatta mutluydular. Ancak sonra hayatlarının ortasına sanki kocaman bir kaya düştü…
Yıllar sonra anne ve babasını kaybettiği kazayı şöyle anlatacaktı:
"Ben 19 yaşında evlendim. Bir kızım oldu. Kızım henüz 10 aylıktı. Annem ve babamla Bodrum'a tatile gidecektik. Benim son anda işim çıktı, "Siz gidin daha sonra geleceğim" dedim. Kızım Banu da onların yanındaydı. Balıkesir'i geçmişler. Babam sakin sakin konvoyu sollarken, bir anda karşısına 180'le gelen bir araç çıkmış ve kafa kafaya çarpışmışlar. Annemle babam orada rahmetli olmuş. Kızım çok ağır yaralanmış. Balıkesir Devlet Hastanesi'ne gittim. Bir hasta bakıcı orada duruyor. Adamın yanına gittim. Annemi sordum. 'İlknur Ilıcalı ile görüşmek istiyorum' dedim. Adam bir deftere baktı ve sayfayı çevirdi "Ölmüştür" dedi. 'Ergün Ilıcalı ile görüşmek istiyorum' dedim. "Ölmüştür" dedi. Ben şoktayım ve kızım Banu'yu soramıyorum. Kızımın sadece vücudunda 18 kırık vardı. Düşünün o zaman henüz 10 aylıktı!”
Bu olay, Acun’un hayatında büyük bir travma etkisi yarattı. Bir yandan da toparlanmaya çalışıyordu. Sonuçta hayat yine devam ediyordu ve bu sefer minicik bir bebeği de vardı. Şimdiye dek hep babasının arkasında olduğunu hissederek güven içinde yaşamıştı. Şimdi bir iş bulması, hayata tutunması gerekiyordu. Aklına bir fikir gelmişti. Bu, Acun’un girişimcilikte ilk denemesiydi. ‘Seda muhteşem bir iş buldum, fotokopi ders kitabı basacağım.’ dedi karısına. Kadıköy Anadolu Lisesi kitapları pahalıydı. Onun da aklına kitapları fotokopi ile çoğaltıp ciltletip okula satma planı geldi. Eve bir fotokopi makinesi getirdi. Evde oyunlar da devam ediyordu. Arkadaşları ile Kİng oynarken bir yandan da fotokopi makinesi sabaha kadar kitap basıyordu…
Bir şekilde hayat devam etti; ama evlilikleri edemiyordu. Acun ve Seda 1993’te evliliklerini sonlandırdı. Acun, derin bir depresyon yaşıyordu. Yaklaşık bir buçuk yıl evden çıkmadı, kendi haline yaşadı…
Bir yandan bunalımlı ruh halinden kurtulamıyordu. Bir yandan da 22 yaşında bir genç olarak hayata tutunmaya çalışıyordu. Ailesinden kalanları iki yıl gibi bir sürede tüketti. Batmıştı…
Yaşadığı travmayı henüz atlatamamıştı ki, bir kaza daha yaşandı. Bu kez kazayı yapan kendisiydi. Bağdat Caddesi’nde gerçekleşen ağır motosiklet kazasında, Acun arkasında oturan arkadaşıyla birlikteydi. Bu kazada en yakın arkadaşını kaybetti. Kendisinin de kolu kırılmış, 36 dikiş atılmıştı. Koluna daha sonra platin takıldı. Kolu elbet iyileşecekti; ama bu yaşadıklarını sindirmenin bir yolunu bulmalıydı…
Arkadaşları her zaman maddi manevi yanındaydı. Bir kot dükkanı açtı. İtalya ve Amerika’dan getirdiği marka kotları satıyordu. Aslında iyi de satıyordu; ancak hesap kitapla da arası pek iyi değildi. Öyle ki yeri gelip dükkanı bir müşterisine emanet edip halı saha maçına gittiği bile olmuştu. Hesabı kitabı pek tutulmayan bu dükkan çok geçmeden zarar edip battı…
Ve bu ekonomik durum, Acun’u televizyon dünyasına kazandırdı.
Kot dükkanını gerçekten büyük batırmışlardı. Bir gün Esat ile birlikte havaalanına gidiyorlardı. İkinci köprüden giderken sol tarafta SHOW TV’yi gördü. Esat’a, ‘İrfan Abi’yi ziyaret edelim.’ dedi. İrfan Şahin, burada Mali Kontrolördü. Zaten iş arıyorlardı. Ancak bir yandan da hayata bakış açıları hala akşam yapılacak halı saha maçına odaklıydı. Futbol hayatındaki en önemli şeylerden biriydi ve bu konunun hayatını değiştireceğinden habersizdi…
İrfan Abileri, futboldan konuşurken ‘Sizi İlker Yasin ile tanıştırayım, sohbet edersiniz.’ Dedi. Acun da, arkadaşı da İlker Yasin’e hayrandı. Hatta her Salı, evde İlker Yasin programı partisi veriyorlardı. Ve İlker Yasin ile tanıştılar. Sohbet başladı. Acun, Yasin’in kendisinin bile söylediğini hatırlamadığı yorumlarını harfi harfine hatırlıyordu. İlker Yasin’i etkilediğinden habersiz hayranlık içeren bir sohbetin ardından eve vardılar.
İrfan Abi, ev telefonundan aradı ve İlker Yasin’in teklifini iletti. ‘Bu çocuklarda bir ışık bir enerji gördüm. Acaba SHOW TV spor servisinde çalışmayı denerler mi?’ diye soruyordu. Öyle heyecanlanmıştı ki, dünyalar onun olmuştu. Hemen Esat’ı aradı ve ‘Yırttık!’ dedi. Esat da şaşkındı. ‘Yırttık oğlum!’ dedi. ‘Maçlara artık bedava giriyoruz…’
Bu işte ne kadar ilerleyeceğinin farkında bile değildi…
100 Dolar maaş ile SHOW TV’deki deneme işlerine başladılar. Aldıkları para benzine gidiyordu; ama olsun. Öylesine mutluydular ki! Yaptıkları işten keyif alıyorlardı…
Acun, koyu bir Fenerbahçeli olarak aslında başta Fenerbahçe muhabiriydi. Ancak olaylar biraz farklı gelişti…
İlk bir ay getir götür işlerinden sonra nihayet ilk kez antrenmana gönderdiler. Çok heyecanlıydı. 3-5 kez gidişinden sonra bir haber yapmasını istediklerinde daha da heyecanlandı. Transfer dönemiydi. Gitti. Basının toplandığı odaya girdi. Bütün basın orada transfer görüşmesini bekliyordu. Acun da bütün gece playstation oynadığı için gözünden uyku akıyordu. Kimsenin geldiği de yoktu. O da uyudu. 3-4 saatlik bir uykudan uyandığında baktı ki herkes uyuyor. Kameraman arkadaşından genel bir görüntü almasını istedi ve ofise döndüler. Hayatının ilk haberinde şöyle diyordu:
‘Fenerbahçe’de transferde bugün yaprak kımıldamadı. Basın mensupları, günü uyuyarak geçirdi.’
Bu haberi, aldıkları görüntülerle birlikte vermişti. Muhteşem bir haberle başlangıç yaptığını düşünüyordu ki, ertesi sabah 09.30’da kameraman, ‘Abi sakın bir daha antrenmana gelme!’ demek için aradı. Haliyle bütün basın mensuplarının müdürleri de o görüntüleri izlemişti. ‘Kendisi 4 saat uyuyup bizi yarım saat kestirirken çekmiş!’ diyen basın mensupları haliyle onu pek parlak karşılamamıştı. Bu dönemde karşılıklı olarak kimyaları pek tutmadı. Evet, Fenerbahçe’ye çok düşkündü; ama fanatizmi başka yerde çalışmam diyecek kadar değildi. Babası Beşiktaşlıydı, en yakın arkadaşı Galatasaraylı. Şöyle düşünüyordu: ‘Bu futbolu, biz kendimizi kahredelim diye icat etmediler herhalde. Adamların tek bir amacı var, eğlenmemiz. Eğlenmeyeceksek bu işe hiç bulaşmamalı!’
Acun, bu düşüncede kalarak yıllarca Beşiktaş muhabirliği yaptı. Hem böylece Fenerbahçe maçlarını da işi olmadığı için çok daha rahat izliyordu…
Acun için başarıya giden yolda en önemli şey, insan ilişkileriydi. Kendini de en iyi bulduğu alan buydu. Hayatı boyunca hep karşısındakini mutlu etmeye konsantre olmuş, karşılıksız iyilik yapmaya çalışmıştı. ‘Bu benim küçük yardımlarım ya da iyi niyetlerim, beni hayatım boyunca bir yerlerde hep buldu.’ diyordu. Muhabirlik döneminde hiçbir sanatçıyı üzmediğinden, en yakın arkadaşları da yeri gelip magazin haberini yaptığı sanatçılardı. ‘Bir tane sanatçı da bana kırılmamıştır.’ Diye söyleyebiliyordu üzerinden çok zaman geçtikten sonra bile. Beşiktaş’tan Amokachi en yakın arkadaşı olmuştu.
Yıllar sonra muhabirlikle ve bu dönemde kazandığı dostuyla ilgili bir anısını katıldığı bir panelde şöyle anlatıyordu:
“Beşiktaş-Fener maçı var. Arşivleri karıştıranlar bu olayı hatırlar. Maça iki gün kala Amokachi ortada yok. Maça bir gün kala Amokachi yok. Ve maç sabahı – Nijerya’da telefonu çekmiyor, adama ulaşılamıyor. Köyündeki telefonu bilen tek kişiyim. Adam bir tek benimle konuşuyor; ama özel konuştuğu için paylaşamıyorum. Anlatamıyorum, bu adamın durumu bu diye. Adamın uçağı Gatwick’e iniyor. Türkiye uçağı da Heathrow’dan olduğu için maç günü uçağı kaçırdı. İngiltere’den garip bir numaradan beni aradı. ‘Uçağı kaçırdım ve maça yetişemeyeceğim’ dedi. Akşam Beşiktaş-Fener maçı var. Telefonu kapattım. Aydın Ayaydın var, Beşiktaş’ta yönetici o zaman. Hayatımda en önemli anlardan biri, kendi kendime mahkeme kurdum. Akşam Fener’e karşı oynayacak, çok da etkili bir futbolcu. Fener’e karşı bir problem yaratacak bir futbolcu ve ben kimseye söylemezsem bu adamın gelme ihtimali sıfır. Aydın Ayaydın’ı ararsam, o bir şekilde özel uçakla adamı getirtecek; ama söyleyip söylememek de benim elimde. Böyle bir 20 dakika düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki: ‘Ben Beşiktaş Kulübü’nden ekmek yiyorum. Bu sayede şu an başarılıyım. Bu kulübün bana böyle bir faydası var. Ben Aydın Ayaydın’a söyleyeyim.’ Aydın Ayaydın’ı aradım. ‘Abi, Amokachi şu numarada. Şu anda Gatwick’te havaalanında. Uçağı kaçırdı gelemiyor. Organize et, getir.’ dedim. Adam, ‘Acun, bana emanet.’ dedi. Maça bir buçuk saat kala indirdiler. Maça 15 dakika kala stada girdi. Maçın 20. Dakikasında Fener’e gol attı.”
Acun, futbol bilgisiyle göz dolduruyordu. Beşiktaş muhabirliği ve sonra Televole! Televole, spor magazin konulu seyreden bir programdı. Acun, Televole içinde 15 dakikalık kesit şeklinde ‘Acun Ilıcalı ile Maraba’ programı olarak yer alıyordu. Bölüm kapsamında dünyayı gezerek röportajlar yaptı. İnsan ilişkilerini işte bu şekilde genişletmişti. Daha çok insanla tanışıyor ve bağ kuruyordu…
Bununla birlikte her şeyin kısmetle ilgili olduğuna da inanıyordu. Acun kariyeri konusunda kısmetliydi. İlk kez bir program sunuşu da ona bir kısmetle gelmişti örneğin. Yarışmacıların elini bir arabanın üzerine koyduğu ve son yarışmacı kalana dek belki günlerce devam eden bir yarışma vardı: ‘Dokun Bana!’ Bu yarışmada ‘Citroen Xsara’ model araba yarışmacılara her hafta hediye ediliyordu. Bu dönemde Citroen’in Türkiye’deki en büyük problemi, Peugeot ile adının karıştırılmasıydı. Bu sebepten böyle bir yarışmaya büyük bir yatırım yapmışlardı. Ne olduysa, yarışmanın sunucusunun böyle bir algı için çabalanırken, bir bölümde, ‘Şu arkamda görmüş olduğunuz Peugeot’u hediye edeceğiz.’ demesiyle oldu; ertesi gün sunucu Acun’du…
Acun, Bağdat Caddesi’nde arkadaşlarıyla oturuyordu. SHOW TV Genel Müdürü Murat Saygı aradı. ‘Yarın yarışmaya başlıyorsun. Altunizade Capitol’e git, sana anlatacaklar.’ dedi. Acun, hayatında ilk kez bir program sunacağı için heyecanlanmıştı. Yarışma gerçekten de günler süren, şaşırtıcı bir formattı. Acun, Reality Show dünyasına, aslında format dünyasına işte bu yarışmayla adım atmıştı…
Zamanla Televole’deki seyahat formatı da çok tuttu. Katıldığı panelde bir sonraki adımını, ‘Ruhen aynı şeyi yapmaktan sıkılma gibi bir saplantım var aslında.’ şeklinde özetliyordu. Televole’de başladığı günden bugüne getirdiği yer ona yetmemeye başlamıştı. Kapasitesinin daha fazlası olduğunu hissediyordu. Böylece yeni bir işe kalkıştı…
Acun Firarda’yı girişimcilikteki en büyük riski olarak tanımlıyordu. Televole’de, Şansal Büyüka’nın ekibinde en çok kazanan kendisiydi. İstifasını etti. Bu çok büyük bir riskti. Çünkü o zaman maaşı 11 bin Dolar’dı ve Acun, bu parayı riske ederek yeniden bir programa başlıyordu. Zira bir program tutmazsa 4 haftada yayından kaldırılıyordu ve süreç böyle ilerlerse Acun, beşinci hafta işsiz demekti. Yine de bu yola girdi. Evet, risk büyüktü; ama bu kez her şeyi kafasında bir şekilde hesaplamıştı. Televole’de 53 dakikalık yayına verdiği 45 dakikalık kasetten sonra bu riski göze almayı kafasına koymuştu aslında. 53 dakikanın 45 dakikasını, dünyayı gezdiği bir bölümle zaten kendisi doldurmuştu. ‘Ben bunu ayrı bir program haline getirebilirim.’ diye düşündü. Ve Acun Firarda macerası 9 Temmuz 2002’de böyle başladı. Aslına bakılırsa bir başka sebep de, 2002 FIFA Dünya Kupası’na basın kartı olmadığı için muhabir olarak katılamamıştı…
İlk iki bölümün reytingini tek kelimeyle özetleyecek olsak, rezaletti. Ancak üçüncü bölümden itibaren artmaya başladı. 15. bölümden itibaren ya gün 3.’sü, ya gün 2.’si oluyordu. 4 yıl devam eden bu programda Acun, 105 ülke gezdi. Acun Firarda’yı, kariyerinin en önemli dönüm noktası olarak değerlendiriyordu. Çünkü bu programı yapmak için yaşadığı karar aşaması, aslında onu TV8’e hazırlayan sürecin başlangıcıydı. Şimdi farkında değildi; ama yol onu oraya götürdüğünde böyle düşünecekti…
Acun, şort ve terlikle sunduğu ‘Acun Firarda’da 4 yıl boyunca her hafta dünyanın bir başka yerindeydi. Gittikleri yeri de biraz şansa seçiyorlardı. Tabii internetin durumu bugünkü gibi değildi. ‘Şöyle bir yer varmış’ diye konuşuluyordu ve ertesi hafta oraya gidiyorlardı. Yine aynı panelde bir küçük anısını şöyle paylaşmıştı:
“Fotoğrafçı Süha (Derbent) vardır. ‘Acun’ dedi, ‘Komor diye bir ada var, inanılmaz egzotik, tam senlik.’ Bir uçak var haftada, atladık Komor adasına gittik. Afrika’nın doğusunda bir ada grubu burası. Fakat adalardan iki tanesi referandumla Fransa’ya yıkılmış, bir tanesi de tek kalmış. Bu tek kalan ada da iflas etmiş. Uçakta almanağa bakıyorum, Dünyanın En Fakir Ülkeleri’nde sondan ikinci sırada Komor yazıyor. 176. fakir ülkesi dünyanın. Adanın üçte birinde elektrik yoktu. Bir kamyon gördük, ‘Bu kamyon ne?’ dedim, ‘7 yıldır orada duruyor’ dediler. Yolun üstünde kamyon var, 7 yıldır kamyonu çekmemişler. Adadaki herkes de Türk düşmanıymış. Dedim ‘Bu nasıl olabilir?’ Adanın devlet başkanı Türkiye’ye geliyor, ziyaretlerde bulunuyor, dönüyor ve ertesi gün ölüyor adam. Bütün Komor’daki muhabbet şu: Devlet başkanımızı zehirlediniz. Ufak bir çocuğa dedim ki okulda, ‘Türkiye’den geldim. Türkiye hakkında ne biliyorsun?’ ‘Devlet başkanımızı öldürdünüz!’ diyor. Yayınlayamadım bile. Yani böyle acayip yerlere gittiğimiz, acayip anılarımız oldu. Zar zor kurtardık kendimizi zaten.”
Bu gezileri ve insan ilişkileri, Acun’a yeni işlerin de kapısını aralıyordu…
Dünyada o kadar çok yer gezmek, dünya televizyonlarını takip etmesini ve farkında olmadan bir fikir oluşturmasını sağlamıştı. Bunlar yadsınamazdı. Bununla birlikte bir değişimin de vakti gelmişti. Acun Firarda’yı gece geç yayına veriyorlardı ve bu durumdan rahatsız olmaya başlamıştı. İlk bulduğu format Fear Factor idi. Rakip kanala gidip bir iş yapayım diye düşünüp Kanal D’nin başındaki İrfan Şahin ile görüştü. Formatın tutacağını hissediyordu. ‘İrfan Abi, böyle bir projem var, yapalım bunu.’ dedi. Ancak ertesi gün buluştuklarında İrfan Abi, Acun’a projenin kabul edilmediğini haber verdi. Çok iğrenç bir içeriği olduğundan reklam verenin sevmeyeceği düşünülmüştü. Acun’un morali bozulmuştu. Show TV Genel Müdürü Saner Ayar’a düşüncesini açtı. Bu kez ‘Yarın başlayalım.’ cevabını almıştı. O şaşkınlıkla kendisini bir hafta sonra Arjantin’de, Fear Factor çekerken buldu…
Program 12 bölüm yayınlandı ve 12 kere de birinci olmuştu. Aslında formatlarla tam anlamıyla buluşmaya da işte o zaman başladı; ilk adımı başarılı bir şekilde gerçekleştirdikten sonra…
Bir sonraki hamlede Survivor yapmaya karar verdiler. Bu format daha önce bir kere denemiş ve çok büyük batmıştı. Fear Factor’dan dolayı bu iş Show TV’ye gelmişti ve kanal da başarısından dolayı Acun ile çalışmak istiyordu. Aslında Acun tam anlamıyla karar vermemişti. O zaman Türkiye-Yunanistan Survivor diye bir proje vardı. Acun, Yunanlarla birlikte Yunanistan’a gitti ve orada kendisine izletilen Survivor montajından çok etkilenmişti. Bizim ülkede batmıştı; ama Acun şimdi bunun insanlara dokunabilen bir format olduğunu düşünüyordu. Dünyadan Türkiye’ye uyarlanan birçok formatın tutmayışının sebebinin de kanalların çok olmasından kaynaklandığının farkındaydı. Ancak inanılan bir format da zorlanmalıydı. Ve yayın hayatına 22 Mart 2005’te başlayan Survivor’u ciddi anlamda bir başarı ile taçlandırdılar. Ondan sonra Acun’un format üstüne format bulma dönemi tam anlamıyla başladı…
Dünyada tutmuş; ancak Türkiye’de tutmamış formatları irdelemeye başladı. Kendi açısında denenmemiş bir işin yükünün altına girme lüksünün olmadığının farkındaydı. Kanallar üzerindeki baskı, onu bu düşünceye yöneltmişti. Kaldı ki bir format icat etme derdinde de değildi. Başka ülkelerde tutmuş formatların Türkiye’de de başarılı bir şekilde uygulanabileceğine inanıyor ve bunun üzerine çalışıyordu. Ve böylece aklına ilk gelen de Türkiye’de iki ayrı kanalda denemiş ve batmış ‘Var mısın Yok musun’ oldu…
Aslında Acun’u formatlarla buluşturan bir başka olay daha vardı. Show TV, Survivor’un format parasını ödememişti. Ödenmeyen para, aylık 5 bin Euro idi. Acun, Filipinler’de bir ada bulmuş 700 bin Dolar yatırımla preproduction yapmış, Survivor’a başlayacaklardı. Ancak ödenme yapılmadığından formatın verilmeyeceğini haber veren bir telefon geldi. Slovaklara ellerindeki işi 400 bin Dolara satmak durumunda kaldılar. Acun, 300 bin Dolar batmıştı; ama bundan da önce formatı yapamadığı için çok üzgündü. Yine bir süre bu işin kısmetini beklemek gerekecekti. 6 ay sonra arayıp formatı Show TV’ye vermeyeceklerini; ama ilgilenirse Acun’un kendisine verebileceklerini söylediler. Büyük formatları normalde kanallar alırdı, bu bir istisnaydı. Acun, bu işi severek kabul etti. Ayrıca bu adım, bundan sonra yapacağı format işlerini de kolayca alabilmenin yolunu açmak demekti.
Acun, hayatı boyunca yaşadığı kötü deneyimlerin ardından gelen iyi şeylerle hayata tutundu. Evet, belki kısmet önemli bir konuydu; ama bununla birlikte inanmak, çalışmak, vazgeçmemek, bir güven ortamı oluşturmak da bir o kadar değerliydi…
Şansını kendi yaratan Acun Ilıcalı, tüm bu yaşananların ardından 2005’te kendi şirketi Acun Medya’yı kurdu ve çok başarılı işlere imza attı…
Yine Genel Müdür Saner Ayar’a gidip, ‘Ben bu Var mısın Yok musun’u yapmak istiyorum.’ dedi. Sunucusunun da Ahmet Çakar olmasını düşünüyordu. Çünkü programın akşamüstü 17.00’de yayında olmasını düşünüyordu ve hep prime time sunduğu için bu saatteki bir programı kendisi sunmak istemiyordu. Saner Bey, iki kere batmış bir işi kafasında evirip çevirdikten sonra, ‘Sen sunarsan yaparım.’ dedi. Acun da kabul etti…
10 Eylül 2007’de yayınlanan ilk programdan reyting sıfırdı. İkinci gün de aynı şekilde devam etti. Ancak bu program para hediye ediyordu ve kazandırmıyordu. Üçüncü gün programı kaldıralım toplantısında buluştular. Acun, televizyon dünyasındaki ilk başarısızlık hissini yaşıyordu. Çok mutsuzdu; ancak bir yandan da dümeni geri çevirmenin yollarını arıyordu. Dördüncü gün Acun’a ne yapmayı düşündüğü soruldu. Değişiklikler yapmayı düşünüyordu. O gece sabaha kadar uyumadı. 8 bölüm çekmişlerdi. Onları kafasında yaktı. Sempatik yaşlı bir hanımefendiyi keşfetmişti; onun üzerine oynamaya karar verdi. Yarışmacılardan, ‘Bu hanımefendiyi yarıştırabilir miyiz?’ diye programın gidişatını hissettirmeden izin istedi. Yayınlanan bu yarışmanın ardından reytingde ufak da olsa bir hareketlenme vardı. Acun kıvılcımı görmüştü ve sıra bunu Saner Ayar’a göstermekteydi. Bir çıktı alıp iyi gösterecek kısımları renkli kalemle boyadı ve görmesini sağladı. Gerçekten de böylece programın bir hafta daha devam etmesi için karar çıkmış oldu. İlk haftadan 300 bin TL ödülü televizyonun reklamsız verdiği düşünülürse, bu iyi bir adımdı.
Acun, yarışmada yarışmacıya fokuslanan daha detaylı bir çalışmaya girişti. Etrafı karartıp sadece yarışmacıyı ön plana çıkaran bir ışık düzeni ile başlamıştı. İşte burada muhabirlikten gelmiş olmanın ekmeğini yiyordu. Çünkü onun kafasında kendinden önce birilerini öne çıkarmak vardı. Kendisini çok iyi bir Reality Show sunucusu olarak değerlendiriyordu, çünkü kendisini ön plana çıkarmak gibi bir kaygısı yoktu. O anda ne ilginçse, seyirci neyi gördüğünde sevecekse ona odaklanıyordu. İşte bundan Var mısın Yok musun’da Acun, sunuculuğunu en üst düzeyde yaşamıştı. Yarışmacıları halka tanıtarak sevdiriyordu ve böylece program da fenomen olmuştu. 450 bölüm prime time programda, en az 350 kez birinci oldular…
Var mısın Yok musun 3 yıl boyunca devam ederken ‘Yetenek Sizsiniz’ formatını kimse almamıştı. Bu iş de Acun’un kısmetindeydi. Format İngiltere’deydi. Gidip görüştü ve Türkiye’de başlamak üzere aldı. Bu işe çok güveniyordu Acun ve haksız da değildi. Halka çok sıcak gelecek bir format bulduğunun farkındaydı. Bu konularda içinden geldiği gibi davranmaya çalışıyordu. Bir formatı seyredip ondan etkileniyorsa, bu işin sevileceğini de düşünüyordu. Ana felsefesi hep, ‘Ben bu işi sıkılmadan seyrediyor muyum? Ben bunu sever miyim?’ oluyordu. Ve genel anlamda da işleri hep seviliyordu. Acun, en büyük başarısının inandığı işlere inandırmayı başarmak olduğunu düşünüyordu. 10 Ekim 2009’da yayına giren Yetenek Sizsiniz de en çok izlenen işlerden biri oldu…
Sonra O Ses Türkiye serüveni başladı. Acun, bu formatı buluşunu ‘kısmetin dibi’ diye tanımlıyordu. Von Hooijdonk, Türkiye’ye gelediğinde Acun ile buluştular. Acun, ona ‘Yok Böyle Dans’ı yapacaklarını anlatıyordu ki, Hooijdonk, Hollanda’da milli maçı geçen ‘The Voice’ formatından bahsetti. Acun, internetten izlediği 3 dakikalık bir bölümde adeta büyülenmişti. Koltukların dönüşü, başını döndürmüştü. Hemen aradılar. Ancak başka bir kanalla görüşülmüş ve prensipte anlaşılmıştı. Acun müthiş üzülmüştü; ancak böyle bir formatı kaçırdığını da kabul etmek istemiyordu. Bir telekonferans toplantı talep etti. Onları etkilemenin bir yolunu bulmalıydı ve şunları söyledi:
“Size iki tane sorum var. Birincisi o formatı hangi kanal almayı düşünüyorsa, son 5 yılda kaç formatta başarılı olmuşlar? Ama ben cevabı şimdiden söyleyeyim: Sıfır. Sonra Türkiye’den +90’ı çevirin, başına da 532’yi koyun, hangi numarayı çevirirseniz çevirin, beni sorun.”
Karşı taraf bu duruma gülse de deneyeceklerini söyledi. Bir saat sonra ise şunu söylemek için aradılar:
“Ne zaman Hollanda’ya gelebilirsiniz?”
Acun’un formatı alamayacağını düşündüğünde gözü dönmüştü. Zaten Hollanda’daya gitmeyi çoktan kafasına koymuştu. ‘Hollanda’dayım.’ dedi. Sabah 07.30’da bir toplantı için sözleştiler. Toplantıda, ‘Önden ödeme yapabilir misiniz?’ diye sorduklarında Acun, önden 2 yıllık ödeme yapmak istediğini söylüyordu. Acun’un kafasında koltuklar dönüyordu ve bu işe müthiş inanıyordu. Haksız da değildi. Bu iş Türkiye’de çok sevildi. Yılbaşı gecelerinin aranan eğlencesi oldu. Hatta 10 Ekim 2011’de ilk kez yayınlanan O Ses Türkiye’de dünya rekoru da vardı…
Acun Medya ile işlerini sürdüren Acun, 2013’te, TV8 kanalını satın aldı. Acun Medya prodüksiyonları ile aldığı izlenmelerle TV8, Türkiye’nin en çok izlenen televizyon kanalları arasına girdi. Acun, daha sonra en büyük medya kuruluşlarından biri olan Doğuş Yayın Grubu ile ortak oldu. Başarılı işleri hız kesmiyordu…
2016’da, TV8,5 adını verdiği eğlence ve spor kanalını kurdu. Yine bu kanal da çok geçmeden en çok izlenen kanallardan birisiydi. 2016, bir yandan da Acun’un medya sektöründe uluslararası bir girişimde bulunduğu yıl oldu. Yunanistan’da projeler geliştirmeye başladı. Yunanistan’da Skai TV’de yayınlanan ‘O Ses, Survivor, Yetenek Sizsiniz ve İşte Benim Stilim’ gibi birçok programın prodüksiyonunu Acun Medya etiketi ile yaptı. Ve bu programlar aldığı yüzde 70 izlenme oranı ile Yunan televizyon tarihinde bir rekor kırdı…
Yunanistan ile başlayan başarısının ardından spor ve reality showları bir araya getirerek dünyada ilk olan bir format geliştirdi. Exathlon adlı yarışma programı, Amerika, Meksika, Kolombiya, Brezilya, Romanya ve Macaristan gibi ülkelerde yayınlandı. Bu program, daha sonra da yayınlandığı her ülkede en çok izlenen programlar arasında yer aldı.
Ayrıca Acun, Meksika’nın en büyük medya grubunun sahibi Ricardo Salina ile de bir ortaklığa imza attı. Ülkenin en çok izlenen TV kanallarından biri olan Azteca Uno’da gündüz ve akşam kuşaklarına 3 yıl boyunca içerik üretti. Acun Medya ile sınır tanımayan Acun, geliştirdiği ve haklarını satın aldığı dünyaca ünlü formatlarla dünyada 10’dan fazla ülkede onlarca prodüksiyona imza attı.
Acun, en önemli şeyin insanın ruhundan geçenler olduğuna inanıyordu. İnsanın ruhunda atılım varsa rahat duramazdı. ‘Bende bu hastalık, napayım var!’ diyordu. İşte içindeki onu dürten hastalıktı belki ardı sıra bu başarıları sıralatan…
Acun, 2003’te, Zeynep Yılmaz ile ikinci evliliğini yapmıştı. Bu evlilik, onlara ‘Leyla’ ve ‘Yasemin’ adını verdikleri iki kız evlat getirdi. Evlilikleri 13 yıl sürdü…
Başarılarına başarı eklediği dönemde özel hayatında karışıklıklar başlamıştı. Adı 2010’da Şeyma Subaşı ile birlikte anılır olmuştu. Başlarda söylentiler reddedilse de, bu iş evliliğe kadar varacaktı…
Şeyma ile Acun, Var mısın Yok musun yarışma programında karşılaştı. Şeyma, 20 yaşında bir yarışmacıydı; 69 bin TL kazanmıştı. Buradan sonra yakınlaşan Acun ve Şeyma arasında bir ilişki başlamıştı. 2013’te de kızları Melisa dünyaya geldi. Acun Ilıcalı ve Zeynep Yılmaz evliliği de, bu yaşananların ardından, anlaşmalı olarak 13 yıl sonra bitti…
Şeyma, kızı Melisa’yı Amerika’da dünyaya getirdi ve ardından anne kız Miami’de yaşamaya başladı. O dönem yine Dominik’te Survivor çekimlerinde olan Acun’u da böylece sık sık ziyaret ediyordu. Bu süreçte Şeyma Subaşı da sosyal medyada bir fenomen haline gelmişti. Çift, 8 yıl sonra Fransa’da, Marsilya’daki Türk konsolosluğunda, Esat Yontunç ve Kübra Subaşı’nın şahitliğinde evlendi. St. Tropez’den, Marsilya’ya helikopterle gittiler. Ardından Saint Tropez’de, ünlülerin bol olduğu rüya gibi bir düğün yaptılar.
Ve bu evliliğin de sonu vardı. 18 Eylül 2017’de evlenen çift, 26 Kasım 2018’de tek celsede boşandı. Evlilikleri gibi boşanmaları üzerine de oldukça konuşuldular…
(Bütün çocukları ile)
Acun, ‘En büyük tutkum oyun oynamak, oynatmak, eğlenmek ve eğlendirmektir. Çünkü hayat bir oyun sahasıdır.’ mottosu ile yaşıyordu. Çocukluğundan beri yoluna oyunlar kurarak devam eden Acun, sonunda bunu televizyona kadar taşıdı. Bunun yanında müthiş derecede hız tutkunuydu. Spor arabalar, motosikletler, yarış tekneleri ilgi alanındaydı. E-spor ile de ilgilenen Acun, koyu bir Fenerbahçe taraftarı olmasının yanında, basketbola da tutkundu. Yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendiği TV programlarında özellikle futbol etrafında gelişen etkinlikler yaptı. Özel hayatıyla sık sık gündeme gelse de, bunun yanında onunki bir başarı hikâyesiydi…
Yaptığı işler, onu hep bir adım sonrasına taşıyordu. Her adımında bir şey öğrenip kendini geliştirdi. Aynı panelde, ‘Ben birisine baktığım zaman, ‘Televizyonda bu adamdan ne alırız?’ı 6 saniye içinde çözerim. Survivor castinglerine bakarsanız, onlar hep Acun Firarda’nın devamı.’ diyordu. Kabına sığmayan, kendi sınırlarıyla birlikte dünya sınırlarını da zorlayan Acun, bakış açısını genişletmişti. Acun Firarda’da dünyayı gezmesi, kendisini geliştirmesine, casting konusunda iyi bir noktaya gelmesine vesile olmuştu…
Hayatta başarı için hedef koymaktan çok kısmete ve çok çalışmaya inanıyordu. Bu konuda gençlere yönelik şöyle konuşmuştu:
“Hayatım boyunca kendime hiç hedef koymadım. Dünyadaki en sakat şey ne diyorsanız, bütün gençlere de tavsiyem, kendinize hedef koymayın! Çünkü yaşınız ve tecrübeniz o hedefin doğru olup olmadığını analiz edebilecek durumda değil. Kendinizi doğru da analiz edemezsiniz. Artı o koyduğunuz hedefin doğru olduğunu nereden biliyorsunuz ki, o hedefe doğru gidiyorsunuz? O hedefin doğru olduğunu bilmiyorsunuz ki! Uzakta bir hedef koymamak lazım. Yani bence çok yakın vadeli hedefler koyarak bir tık sonrasını düşünmek lazım. Benim hayatım boyunca yaptığım o oldu. Ben bir kanal sahibi olayım diye hedeflemeyi bırakın, benim o zaman en en yüksek hedefim bir müdür olayımdı. Hani sorsan ‘Ne olursun ileride?’ diye muhabirken, en iyi ihtimalle ‘Müdür olurum; ama onu da olabilir miyim, bilmiyoru.’ derdim. Yani oradan, önce bir prodüksiyon sahibi oldum, şimdi bir kanal sahibi oldum. Aklımın ucundan geçmezdi yani…”
Bunun sebebini ise şöyle değerlendiriyordu:
“… Buradaki sebep şu: Ben hep ruhumun götürdüğü yere gittim. Demek ki burada asıl insanın ruhu önemli bana göre. Yani ruhunda bir insanın atılım yapma ya da daha yeni bir segmente geçme konusunda dürtü yoksa olmaz. Bende hastalık bu yani napayım var yani. Rahat duramıyorum. Yoksa da zorlamayacaksın o zaman.”
Acun, motivasyonun da başarıdaki en önemli etkenlerden biri olduğunu düşünüyordu. Çünkü motive çalışılmayan bir işte başarı sağlamak zor ve yıpratıcıydı. Onu başarısızlık da, en az başarı kadar motive ediyordu. Başarılı olmalıyım diye hırs yapıp daha çok işin üzerine düşüyor, vazgeçmiyordu. Aslına bakılırsa belki de onu işin kendisi, var olması motive ediyordu. Bununla birlikte Pollyanna bir yanı olduğunu da anlatıyordu:
“O motivasyon ihtiyacını bulacak bir ruh hali gerektiriyor. Ama benim şöyle bir özelliğim de vardır, ciddi Pollyanna’yımdır ben. Tahmin edemeyeceğin derecede. Ne olursa olsun ben mutlaka onda iyi bir şey bulurum. O da beni motive ediyor. Motivasyonu elde etmem gereken malzemeyi kendime çok iyi yaratırım. Yani en kötü şey olsun bana anlat mesela başına gelen… Ben şimdi kot dükkanında batmasam Bağdat caddesinde benden kot alıyordunuz. Ama benim için o dönem hayatımın en büyük faciasıydı. Rahmetli annemlerden kalan bütün parayı kot dükkanında batırıyorum. Düşünsene sıfırlıyorum kendimi. Aslında meğerse sıfırlamam gerekiyormuş. Arındım para olayından o dönemde.”
Bunun yanında tabii çok çalışmak da önemliydi. Ne kadar yoğun çalıştığını da vurgulayarak anlatıyordu:
“Bizi ekranda görenler, adam jüri koltuğuna oturmuş ahkam kesiyor zannediyor. Onun arkasında, bizim şu an ortalama çalışma süremiz abartısız18 saat. Ben ofise 10’da giriyorum, sabah da 6’da çıkıyorum. Bu arada tamam arada kendimize ayırdığımız vakitler var; ama yani 18 saat çalışıyoruz, şu anda bir kanalın sorumluluğu üzerimizde çünkü…”
Tabii çok çalışmak kadar kimlerle çalıştığın da önemliydi. Acun, Acun Medya’yı kurduğunda, çocukluğundaki yakın arkadaşlarını yanına alıp televizyoncu yapmıştı. Biri buzdolabı fabrikasında önemli bir görevdeydi, diğeri Galatasaray Basketbol Kız Takımı Menajeri… Acun, hepsini bir araya toplayıp kendi takımlarını kurdu. ‘Böylece çocukluktaki yanımdaki arkadaşlarımla sağlam bir takım kurdum.’ diyordu. Televizyonda faydalı olmak için illa ekransal bir bilgiye sahip olmanın gerekliliğine inanmıyordu. Acun Medya’da işleyen sistemi şöyle açıklıyordu:
“O gördüğünüz prodüksiyonun aslında finansı da var, lojistiği var, insan kaynakları var, bir sürü şey var. Zekânın olduğu yerde, iyi niyet de varsa, insanlar ruhlarını bir işe veriyorlarsa… Bak mesela televizyonculuktan mezun oldum diye gelen adam, bir sıfır mağlup başlar bende. Sebebi de ne biliyor musun? Eğer okullu birini alacaksam ben Boğaziçi İnşaat’tan birini alayım daha iyi bana. Zekâsı daha yukarıda birini alayım eğer okullu birini alacaksam. Yoksa çekirdekten gelen birini alacaksam ona da sıcak bakarım. Bizim kendi içimizdeki ekip ciddi bir ekip. Bir de ruhumda hep şu vardır benim, ben şimdi kendimi iyi bulurum; ama yüzde kaçla oynayabilirim? Ben size söyleyeyim: Ben yüzde 50 ile oynarım; ama iyi bir yüzdedir yüzde 50. Bir fikrin hayata geçip geçmemesinde karar verme anında söylüyorum… Ben bir ekip kurdum şimdi kendime 8 kişilik. Bir fikri oradaki herkes kabul ettiği zaman hatalı çıktığını hiç görmedim biliyor musunuz? Çünkü sekizi birden de artık bir işte yanılamıyor. Aradaki çatlak sesleri değerlendirip hepimiz üzerine kafa yoruyoruz. Bütün sistemimiz bu aslında.”
Ayrıca çalışırken kendinden iyi insanlarla da çok rahat çalışabileceğini dile getiriyordu. İnsanın kendisinin bir konuda iyi olmasının yeterliliğini, geri kalan konularda da o kadar iyi olmaya gerek olmadığını düşünüyordu. Acun, küçük bir çocuk olduğu günlerden bu yana fikir üretmeye çok iyi çalışan kafasını iyi kullanıyordu…
Bugün, neredeyse iki aydır Koronavirüs ile mücadele ediyoruz. Süreç başladığında Acun, ekibiyle Surviyor çekimleri için Dominikte’ydi. 16 Şubat’ta başlayan yarışma, güvenli bir bölgede olduklarından devam ediyor. Bu süreçte herkes elinden geldiğince bir şeyler yapıyor. Acun da, Survivor ile evde kalan insanları yarışlarla heyecanlandırıyor, eğlendiriyor…
22 yaşında medya sektörüne adımını attığı günden bu yana soluksuz işler üretmek için çok çalışan Acun, dünyada bir yerde sağlamlaştırdığı işlerin başında olmaya devam ediyor. Kuşkusuz Survivor da daha pek çok formatlar gibi çok seviliyor. Oyun oynamayı ve oynatmayı bu kadar çok seven Acun da, insanlar sevdikçe belli ki daha çok çalışmak için motive oluyor. Evet, bir motivasyon sebebi daha, ki en önemlisi olsa gerek. Yaptığının değerli görülmesi, çok sevilmesi, böylesine takdir edilmesi belli ki ona daha çok çalışmak için her gün bir yeni heyecanlı başlangıç sunuyor…
Bununla birlikte sık sık gündem olan özel hayatı bir yana, ilgili ve iyi bir baba profili de çiziyor…
Oyunlar kuran, oynayan, oynatan ve işini hep severek yapan bir Acun Ilıcalı geçiyor bu dünyadan…
İyi ki…
Telefon: 0532 268 05 48
E-Mail: info@kilithaber.com